Sayfalar

28 Aralık 2013 Cumartesi

Başyapıt


Adamın gırtlağını ani bir hareketle kestikten sonra fışkıran kanlara aldırmadan soğukkanlılıkla bıçağı cesedin ceketine silip cebine attı ve karın üzerine oturup bir sigara yakarak can çekişmekte olan kurbanına baktı.
Hırsla ekranı kapattım ve bir sigara yaktım. Dışarıda dün akşamdan beri belirli aralıklarla lapa lapa yağan kar sabaha karşı aniden çıkan keskin bir ayazla dondurucu bir tipiye dönmüş; iki gündür bilgisayar ekranımda yanıp sönen çubuk da karla birlikte hızlanıp daha da sinir bozucu bir hale gelmeye ve benimle alenen alay etmeye başlamıştı. Ekranı tekrar açıp bir tuşa bastım ve boş sayfanın en üstünde yazan cümleyi bir kez daha, belki yüzüncü kez okudum.
Bu berbat bir başlangıç cümlesiydi ve ben de berbat bir yazardım. Öyküleri yayınlanmayan, kitapları satmayan, yazdığı polisiyelerde katilin kim olduğu daha ilk bölüm bitmeden bulunan, birçok kimsenin adını bile duymadığı ve imza günlerinde insanların ‘Bu da kim?’ diye yan gözle bakıp önünden geçtiği yazarlardan.
Bu sefil döngüyü kırmak için bu kış soğuğunda, bu ıssız kasabadaki babadan kalma yazlık eve gelmiş ve kış bitene kadar ‘başyapıt’ımı, yani ‘şimdiye kadar bu ülkede yayınlanmış en iyi polisiye romanı’ yazmak için tek başıma buraya kapanmıştım. Kış ayazında, hepi topu 20-30 kişinin yaşadığı bu sahil kasabasında, sessizliğin ve yalnızlığın ortasında sakince düşünüp sağlam bir cinayet kurgulayacağım ve müthiş bir kitaba imza atacağım sanrısına kapılırken aklımda ne vardı acaba?
Elimi öfkeyle silme tuşuna koyup tüm harfler kaybolana dek orada tuttum. Sonunda bu işe yaramaz cümleden kurtulmuştum ama hiç de mutlu olmamıştım. Bir süre boş sayfaya bakarak tırnaklarımı yedim, ellerimdeki yara kabuklarını yoldum, birkaç saç telimi kopardım ama bunlar da faydasızdı. Aklıma yazacak tek bir kelime bile gelmiyordu. Omuzlarıma aldığım battaniyeyi fırlatıp ayağa kalktım ve sigaramı yere atıp topuğumla ezdikten hemen sonra yeni bir tane daha yaktım.
2 günde bir cümle. Acınası. Bu hızla gidersem başyapıtımı yazmak için burada en az 20 yıl kalmam gerekecekti ve en sonunda bu izbe evde soğuktan ve açlıktan ölmüş cesedimi geceleri dağdan inen kurtlar bulup afiyetle yiyecek ve en kötüsü de yokluğum aylar sonra fark edilecekti.
Isıtıcının düğmesine bastım ve bir kupaya kahve koyup ‘klik’ sesini beklemeye başladım. Katilin kim olduğunu okuyucuya belli etmeden bu cinayeti nasıl yazacaktım? Ama ipucu vermezsem romandaki dedektif gizemi nasıl çözecekti? Ya da okuyucunun fark etmeyeceği ama benim zeki dedektifimin hemen fark edip üzerine gideceği delilleri nasıl yaratacaktım? Olay yerini nasıl kurgulamalıydım? Şüphelileri nasıl konuşturmalıydım?
Sıkıntıyla içimi çektim. Belki de en baştan beri hiç polisiye yazmamalıydım çünkü elime yüzüme bulaştırmıştım. Okkalı bir küfür edip ısıtıcının suyu kaynatmasını beklemeden düğmesine basıp kapattım, sigaramı söndürdüm ve montumu alıp çıktım. Belki biraz yürürsem iki gün üzerinde çalıştığım o iğrenç cümleden daha iyi bir cümle bulabilirdim.
Dize kadar karla kaplı bahçenin içinden güçlükle ilerleyerek yola çıktım ve tipinin yüzüme vurmasını engellemek için başımı atkımın içine gömüp ellerim cebimde balıkçı kulübelerine doğru yürümeye başladım. Karın sağır edici sessizliği bir süre sonra dalgaların sahile vuran çığlıklarıyla kesildi, sert bir rüzgâr esmeye başladı ama ıssızlık hep aynı kaldı.
Biraz sonra balıkçıların yazın kullandıkları derme çatma, boş barakalara yaklaştım. Tipi hızlanmıştı ama görebiliyordum. Hala oradaydı. Merakla o tarafa doğru yürüdüm. Karın üzerinde bir yara izi gibi duran kırmızı-siyah leke yaklaştıkça daha da büyümeye, şekillenmeye ve korkutucu görünmeye başladı.
Yerde yatan adamın kesilmiş boğazı. Donmuş, mosmor olmuş yüzü. Ceketinde keskin bir kan lekesi. Kaskatı kesilmiş elleri ve ayakları. Kırmızı, siyah ve beyazın müthiş tezadı.
Buraya kadar her şey harikaydı ama işe yaramamıştı. Bu da diğerleri gibi yazılmadan kalacaktı. Cesede öfkeyle bir tekme atıp arkamı döndüm ve yeni bir cinayet kurgulamak üzere insanların en çok yaşadığı yere, kasabanın içlerine doğru burnumdan hırsla soluyarak koşmaya başladım.
Ve kararlıydım.
Bu sefer işleyeceğim cinayeti bir başyapıta dönüştürmeyi başaracaktım.

adıyaman süperlight

evin en gerçekçi yanı yerdeki kırık yemek tabağıysa
etrafına kendisinden saçılmış makarna taneleri salçalıysa
kapıyı örtmeye üşenirim.
kimse yok zaten, hava da sıcak;
ama ışığı kapatmak gerek, görmesinler uyumadığımı.
ne olmuş ki derinlere kurban ettiysen eski rengini
senin için kahve var, ben yaptım, yak diye dilini
yak ki gerçek olsun acın, yok dersen de olur
çaresizce cevap beklerim, oysa üst kattasın
gerçeğe kırgınım;
gerçek annem
gerçek bahçem
saçlarının gerçek rengi
dolmuş yolundaki gerçek evim
bak kendime gelemedim
emlakçıya devrettim

bu akşam benden sevgi bekleme
zaten hava sıcak,
bir kere şüphelerimi tuale döksem
benimle bir sigara da mı içmezsin
sonra yeni bir kitap çıkar
kumbaraya görev düşer
ay her yeni doğduğunda
gölgeme bir hüzün düşer
aslan emmi avda sessizdir
ben de susarım, ödülüm de var
tenceremde 10 kilo bufalo pişer

26 Aralık 2013 Perşembe

Karambole rahm

Şiir besteleyen şairden
Şarkıcı olmaz
Şiir besteleyen şairler
Şarkıcı ölmez
Ama doğabilir;
Ben de zevkle düştüm rahmine
Acı çektin anne.
Sen beni sevmezdin, ben babamı.
İkimiz de en düzgün çocukluk anımızın arkalı önlü fotokopisiyle memuriyet sınavına girdik.
Karımızı/kocamızı, çocuğumuzu/ metresimizi yaşattık.
Kaplumbağalar sahile ulaşana kadar bir yaz geçti
Eylül olunca ezan türkçe okundu
Devlet bana karıştı
ben islama alıştım.
Samsun'da tütün üretti familyam
Ah ateşiyle yandığım kutsal endonezyam
Sen bilirsin beni, tarafımdan sana tek kötü söz yok
Kahveler içildi, şekerle erindi
Aklın almadı, özelleştin
Yarın da kendini kaybedeceksin.
Ayak koyulan sehpaların
Ve dünyanın tüm beyaz saçlarının hesabını
Sen
Güzelliğinle vereceksin.

22 Aralık 2013 Pazar

Boşluk meleğin hatası değildir, fazlalığı duyurur – başka ne yapar ki?


Nesnelere tekabül etmediği halde anlamsız olmayan iki sözcük vardır; “boşluk” ve “fazlalık.”

Var ve yok arasında yatan temel çelişki, yani boşluk-fazlalık diyalektiği, bir kural yada ölçü koymanın dilidir. Hayat “kırılgan” ve “nadir” bir hadisedir. Bu kırılganlık Eyüp’ün kitabındaki dilinin dönmediği o cümle ile başlar:

“ruhum, hayatımdan yoruldu.”

Peygamberimsi ve birdenbire yapayalnız kaldığım dünya, manevi bir çatının tepesinden etrafı seyre dalmanın ölçüsüdür ve hayata dokunduğumuz mesafeyi hep bizden uzak kılar.

Görmek, uzakta olmaktır. Açıkça görmek durmaktır. Seyri tahlil etmek ise yabancılaşmaktır.

Eski kavramlara sahip çıkarsak, “insanların sana değmeden geçtikleri an ile etrafında sadece havanın olduğunu farkına vardığın an” boşluğun kendisini, yani hiç duyulmamış olanı farkına vardığımız sefalet durumudur.

Crassus bir boşluk olarak kendi yerine fazlalığı koyma sadakatini sergilerken, kitlelere şöyle seslenmiş olabilir, “Pişmanlık sarar, sarmalar. Biliyorum anlamı kalmadı, sızlanmalarımın….ve biliyorum aynı uçuruma ve geceye oradan inemeyeceğimi, yarının olmayacağını, her şeyi yitirdiğimi, sorunların kişiliksiz olduğunu, tüm acıların ateşböcekleri gibi kendilerini göstermeye edimlendiklerini. An ve an öl. Öl-de bende saklanabileceğim çayırların ve ovaların varlığına inanayım. Aslında bir parça ışık yeter, melek olabilmeniz için kutsal karanlıkta.”

Karanlık özne işte bu noktada var olmaya başlar ve şimdiyi fesederek  avını elinden kaçırır.

Boşluğa bağımlılık ile sürekli doğan bedenin ayrılmasını beklemek, seni fazlalığa mahkum eder. Kavramların karşılarına koyduğumuz tüm görüngüler, bir yıldıza dönüşür ve yıldız tozları arasında ben’in gerçek dışılığının farkına varırsın.

Bir köstebeğin görme ümidinin olmaması, bir suyun sarhoşluğu ile içine girmem, hatta bir resim yapmak, tümü fazla’laştırdığınız dünyanın yerine onun gölgesini -yani özünün gerçekleşmesini- sağlar.

Yaşadığım topraklarda bilirsiniz, dışsallık bir anlam ifade etmenin ta kendisidir. Ancak dışsal olan sadece yüzdür. Yüz en gizli boşluk ise onun yerine koymaya çalıştığımız her duygu bir fazlalığa tekabül eder.

En büyük aynanın –yani yüzün- herhangi bir anlam ifade etmeyişi, hayatımızda ağırlığı olmayan bir zarafet yaratır. Yakından uzağa gittikçe aynı nesneler gibi zarafette gözümüzde daha da büyür. Yüz, onun çoğaltılması ile oluşan başkasıdır. Aynı zamanda dünyaya da dahil olmayan soyut bir altüst oluş gibi…

Sanırım aynı mevsimde ama uzun zaman önce bir kadın bedeni olarak senin içine girdiğim boşluk, bir fazlalığa dönüşümün, aynı karnaval sırasında bütün seslerin aniden kesilip bir firar girişimi olarak intihara dönüşümüdür.

Lenina’yı düşün. Kırbaçla, kırbaçla, kırbaçla ! diye inlerken acıdan mest olan bir meçhullük ve kefaret arzusu ile karşı tarafın “tutkulu jest”lerini taklit etmeye başlamıştı. Aynı gece John’un, cesur yeni dünyadan bir firar girişimiyle intihar etmesine şaşırmamak gerek.

Kendini taklit ederek bir fazlalığa dönüşmek, 
boşluğu gizleyen en iyi maskelerden biridir. 
Çünkü her yaşamda yaşanmamış bir şeyler vardır. 
Her sözcüğün aslında söylenmemiş olabileceği gibi.


21 Aralık 2013 Cumartesi

kadınlar hep olmadık yerde

12 ekim günü doğmuşum ben oğuz atay'la aynı gün.tesadüf derdin sen ama hoşuma giderdi benim. insan önemli biri olduğuna inanmak ister/sıradan olmadığına)istanbul'da doğmuşum gaziosmanpaşa'da iki oda bir salon az çorba çok ekmek ve sapına kadar gecekondu, şehrin en dibine inen yokuşlar,bayramlar, kandil geceleri, teravihler, ayı oynatıcıları, bol renkli kazaklar, mandalinalar, leblebi tozu, eskilere mandallar, elma şekerleri, macunlar, muhallebiciler, buğusu camına vuran poğaçacılar,kavun taşıyan at arabaları, çaylar, çorbalar, simit ve 52 kağıdı, dut ağacı, ilk kaçamaklar, sokak maçları, kanayan dizler, ilk yumruklar, ilk aşklar ilkokul, ortaokul, lise ve tütün.

tesadüfün/kaderin/yazının/yazgının(sen tesadüf derdin elinde sigaranla) insan hayatında ki önemini öss sınavında kavramıştım  önümde ki kızıl kızın kağıdından baktığım şekilli analitik geometri sorusu doğru çıksaydı ömrümün en az 4 senesi ankara'da geçecekti. eğer bakmamış olsaydım o zaman ki taban puanlarla kütahya'da  geçecek olan 4 sene yanlış çıkan soruyla sakarya'da geçti.

çay, kış, apartman aidatı, kira, doğalgaz faturası, vizeler, minibüs, evde ki ses, kedi, kahve, 52 kağıdı, dizi, çay, makarna, salça küfü, yıkanmayan bulaşıklar, teki kaybolmuş çorap, tütün, çay ocağı, uzun saç, yaz okulu, yaz stajı,iş başı eğitimi, bol düş, bol küfür, patates kızartması, kirli çamaşır, yağlanmış saç, ödenmemiş fatura, açlık, zargana, zıvana, kola, göl, 133 merdiven ve 45 numara ayakkabılar.

-hafız öldürüyom?
+bitmiş be oğlum zaten, öldür öldür sınav vakti geldi
-akşam napıcaz?
+kızlar geliriz filan diyordu ama ne bileyim bir şey demediler
-iyi çıkınca bakarız o zaman

ayağa kalktık arkamı döndüm ve...
ne güzel sigara tutuşun vardı o merdivenler de karakızıl bir gün de saçma sapan bir final sınavına çıkıyordum amaçsızca gülen yüz hatları ve kırmızı gözlerle... aramızda sayılı merdiven vardı

12 Allah'ım sana geliyorum
11 ne güzel boyun
10 Allah'ım buraya uygun bir cümle bulamıyorum
9 +hafız aşık oluyorum
8 -ne aşkı lan?
7 +önünde ki hatun
6 -kafadandır kafadan biraz daha rüzgar ye sonra geçer
5 +çok güzel oğlum ciddiyim
4 -bağlanma yine triplere var ya duysa gözlerini oyar
3 öperler öyle söyle konuşacağım ben
2 tabii tabii söylerim akşam gelirlerse, yav hee hee konuşursun ya zaten sende
1 pardon burda mı okuyorsunuz?

   -evet...
+lannn!?!!...

20 Aralık 2013 Cuma

Yerçekimsiz ortamda bir astronota saldırdım

Ben her ihtimale karşı
kolların açıkken gelmeyeceğim.
Ruhun iyi değil
Bu taş senden ağır
Burada her ihtimale
karşıdan bakılır
Ama kollarınla alakalı olmayan bir sebeple
Gelmeyeceğim

Mutfakta uzun zaman beklemiş
Ters dizilmiş bardaklarla
Üstüne bir damla su tutmadan
Sana yaptığım ikramlarda
sevgini değil,
Zaman ayırmanı istemiştim.
Belli sesler duydum
Belki sesten korktum, uyudum.
Ses düştü,
Kadın üşüdü
Mahçup oldum.

40 gün iğne, 3 paket hap
Tıkanık bir burundan eve giren
Şifa reçeteme gel bi bak
burun spreyim boş
Tadı na hoş,
basması kolay,
kafası olay
hepsi bir.
Her ayın son perşembesi bana mayıs'ı ,
Mayıs'ın her perşembesi öldüğünü hatırlat
Eski buzdolabını atmışsın
Malvarlığındaki tek ve nadide parça
Ah nasıl kıydın
Sana söylediğim her şeyi bir kum torbasına doldurup
Dövdün ve bıçakladın
Sövdün ve kucakladın
Öldüm ve sıcakladım
Kollardan bağımsız, bir birey olarak da gelmeyeceğim

29 Kasım 2013 Cuma

derece mesele değil bazıları bronz sever

dün penceremden at gördüm
peşinde yürüyen kırk üç insan, üçü çocuk
ellerinde kırk üç kılıç, üçü ışın
cumadan sonra boşalan park yerlerine ve
CNN Türk'ün allah sevgisine karşıdan bakıyordum. 
sigara yakmak için pencereden ayrılırken
cami liberalleşme sürecini henüz tamamlıyordu.

oyun sonundaki kazancımız ipten alınmış mahkumlara gösterildi
burun kıvıranlar kurşuna dizilirken; 
evini satan tüm babalar
memleketine dönmeye ikna edildi
bu bahçede böyle zayıflıklar, 
normal hayatın gerektirdiği heyecan için bakınca
epey fazla kaçıyor
sonra bir anda dünyaya düşüyoruz, senin paraşütün burberry
sergen atıyor, şampiyonluk geliyor

28 Kasım 2013 Perşembe

konmayan karga-2

birinci mavra için burdan buyrun

8 yıllık ömrüm de daha mesut olduğum başka bir an hatırlamam dün gibi aklımda...
"86 model kırmızı dodge cafer'lerin apartmanın köşesinden göründüğün de arkasına takılmaktan başka bir şey düşünmedim ilkin sonra yavaşladı, yavaşladı, yavaşladı ve tam nurettin bakkal'ın önünde frene bastı.sonra yavaş yavaş açılan kapı önce bahar teyze indi. ardından gül ve en son akasya ve gül'ün ipeksi siyah saçlarına düşen güneş ışınları ile bir insan evladının aşık olması için gerekli her şey tamamlanmış oldu. teşekkürler allah'ım"
ohaa lan ne güzel kız diye ben cümlemi bitirmeden cahit atladı 'aaa ikizler' o an ki şaşkınlığımızı görseniz şiir sanardınız. işte o an tam o an aşkın ne olduğunu anladım aşk gül demekti. iyi ki ikizdiler yoksa cahit'le kavga edecektik. ilk ben gördüğüm için ben kazanacaktım gerçi ama (sokak kanunun da ilk gören alır) tatsız bir ton zevzeklik olacaktı ve o sıcakta o yorgunlukta dünya'nın en güzel gözlerinden sonra bizim cahit'i hiç ama hiç çekemezdim. cahit ilkinin benim olduğunu bildiği için gönülsüz de olsa ikincisi benim dedi.başka bir şey konuşmadık.

o saatten sonra bütün gün gül'ü düşündüm.daha güzel bir şey olsa onu düşünürdüm.annem sürekli neden pişmiş kelle gibi sırıttığımı sorup durdu.'onun adı gül ben nasıl gülmeyeyim"deyip durdum (içimden tabii) hep nurettin bakkal'ın arabesk şarkılarından dolayı bunlar yoksa ben  öyle ucuz laflar edecek çocuk muyum?

bütün akşam içim içime sığmadı. sanki içim de bütün akşam gazoz baloncukları dolaştı(kelebekte neymiş).sabah olsun okula gideyim okuldan döneyim annem beni sokağa salsın bakkal'ın orada gül'ü göreyim..

şu ahir ömrüm de ilk defa sabah olmak bilmemişti diye yazmayı çok isterdim ama olmadı 6 yaşındaydım fosur fosur uyudum. neyse zaten okul da sarmadı o gün hep gül'ü düşündüm. ahh aşk dedim hayır diyorum diyorum cümlenin sonunu da getiremiyorum bir türlü malum daha anaokulu öğrencisiyim.okul bitmek bilmiyor, aklım da bakkalın ora var, geç kalmaktan korkuyorum. türlü türlü şeyler var aklım da bütün mahalle'nin fırlamalarını bakkalın orada demir apartmanının 3.katını izleyerek bulmaktan korkuyorum.ahh ulan cahit anlatmadın değil mi kimseye?



26 Kasım 2013 Salı

konmayan karga-1

"kırmızı güzeldir bir kadının dudağın da"
der dedem, ama  aşağıda anlatılanlarla ilişkisini bende bilmiyorum.

anaokulundaydım geçen sene belma öğretmen (buraya bir parantez açmayı uygun görüyorum ve parantezi kapatıyorum) pencerenin pervazına konan karga'yı gösterip "çocuklar kargaların yaşayan en zeki kuş olduğu sanılmakta dediği zaman acaip ilgimi çekmişti bu karga denen kuş. hatta o gün okul da sürekli kargayla ilgili hayaller kurdum daha önemli bir şey duysaydım onunla ilgili hayaller kurardım.

eve döner dönmez bu kargaları araştırmaya başladım. önce 3 senedir odadan üniversiteye hazırlanan ağabeyime sordum. bana bir ton martaval okudu neymiş efendim kargalar 100 yıldan fazla yaşarmış da falanlar filan anlattı da anlattı saf işte ne duysa şu bilgisayar da inanıyor.hayır o zamanlar okumayı da bilmiyorum ne dese inandım cahil gibi.sonra anne baba filan hep aynı şeyler hayır birde onlar anlatıyor ben heyecanlanıyorum meğer hepsi gerçek dışıymış.

iki gün sonra tüf tüf maçından dönerken yorgunluk gazozlarını içiyoruz nurettin bakkal'ın orada  dayanamadım cahit'e anlattım kargaların en zeki kuşlar olduğunu ve diğer safsataları ama yine de kararsız kaldım.  şahane fikrimi açıklama da kargalardan bir tim oluşturacaktım. evet evet şahane fikrim bu  kaos timi. (kaos timinin hedeflerini ve görevlerini daha sonra açıklarım fakat cahit'e dönmem lazım) ben anlattıkça cahit'te heyecanlandı tabii çocuk sonra kargaları öldürüp kesmekten filan bahsetti biyolog ablasından duymuş.incelemek için filan hayvanların içlerine bakıyorlarmış. biyolog dediğine bakmayın benim ağabeyin ilkokul dan sıra arkadaşı haspam ama seneye mezun olacak bizim ki hala hazırlansın dursun.yok ulan dedim cahit'e neden keselim güzelim hayvanları bilsem pavlov'dan köpeğinden bahsedicem ama  onun yerine gül'ler bizim mahalle ye yeni taşınıyor onları izliyoruz cahit'le...


7 Kasım 2013 Perşembe

Kanla Yazılan

Bu öykü ilk kez At Kafası Dergisi'nin 1. Sayısında yayınlanmıştır.

"Tüm yazılmışların içinde en çok kanla yazılanı severim. Kanla yaz, göreceksin ki kan, tindir."
F. Nietzsche

Karanlık, havasız ve göt kadar bara girdiğimde saat bire geliyordu. Gireni-çıkanı rahat görebilmek için yine o köşedeki masaya oturdum. Bir bira söyledim. Köpüklü ve altın rengi içkimi yudumlarken mekandaki diğer müşterilere bir göz attım. Zavallı insancıklar... Para ve seksten başka hiçbirşey düşünmeyen, günü kurtarmak için yaşayan biyolojik makineler... Gözlerim bu ayyaş erkekler topluluğunun içinde bir kadın aradı. Oradaydı, bar tezgahının önündeki o rahatsız taburelerden birine tünemiş, salına salına kokteylini içiyordu. Hemcinsimin her yerinden bayağılık akıyordu. Sırtına inen dağınık sarı saçlarının dip boyası gelmişti. Yüzündeki simli ve abartılı makyaj yer yer bozulmuştu. Üstündeki çirkin göğüs dekolteli elbise buruş buruştu ve daha da kötüsü belli ki dar geliyordu. Biramı alıp kararlı adımlarla kadının yanına gittim. Oturdum. Kadehimi onunkine dokundurup kafama diktim. Kadın karşısındaki küt saçlı, makyajsız, siyahlar içindeki hemcinsine şakınlıkla baktı ve "Tanışıyor muyuz?" diye mırıldandı. "Ben seni ve senin gibileri tanırım." dedim bardağı masaya koyarken, "Ama sen beni tanımazsın. Birini mi bekliyosun?" Kadın huzursuzca kıpırdandı, kolundaki kocaman saate baktı, -muhtemelen hediyeydi- huzursuzca kıpırdanarak "Evet." dedi. "Gelmez, hiç boşuna bekleme." dedim yanından kalkarken. Hesabı ödedim, bardan çıktım, sokağın ucundaki apartmanın arkasına sığındım. Şansımın yaver gitmesi için dua ederek beklemeye başladım.

Yarım saat geçti geçmedi, barın neon ışıklı tabelasının altında belirdi. Koca poposunu ve pörsümüş göğüslerini sallaya sallaya yürümeye başladı. Sarhoştu, -ki bu daha iyiydi- direnemeyecekti. Binanın arkasından çıkıp sessizce onu takip etmeye başladım. Sol cebimden küçük bir şişe, sağ cebimden bir mendil çıkardım. Şişedeki eteri mendile döktüm. İyice yaklaştığımda mendili o yassı suratına yapıştırdım. İki saniye sonra ayaklarımın dibinde baygın yatıyordu. İlk etap tamamdı.

Uyandığında tavana baş aşağı asılmış buldu kendini. Çırılçıplaktı.  Korkulu gözlerle bana baktı. Cilasız tahta masamın başında oturmuş keyifle onu izliyordum. Canlı bir çeşme gibiydi şimdi kadın. Bir kan çeşmesi. Vücudundan akan koyu kırmızımsı sıvı, yerdeki plastik leğene damlıyordu. Onu barın önündeki külüstürüme bindirmek pek zor olmamıştı. Yıllardır en vahşi sırlarımı saklayan bu sığınağa getirip, tavandaki çengellere baş aşağı asıp, el-kol ve bacaklarındaki arterleri ustaca kestikten sonra, geriye manzaranın keyfini çıkarmak kalıyordu. Gözlerimi kapadım. Derin bir nefes alıp gülümsedim. Bir süre sessizliği dinledikten sonra ayağa kalktım. Masanın üstündeki mürekkep şişesini alıp kadına yaklaştım. "Lütfen... Bırakın beni..." diye sayıkladı. "Hah, ne diyorsun kadın sen?" dedim alaycı bir üslupa. "Belki de ilk kez, ulvi bir amaca hizmet ediyorsun! Gurur duy!"

Minik şişeyi leğendeki kanla doldurup masama döndüm. Oturdum. Önümdeki boş kağıdın beyazlığı gözümü alıyordu. Kadın durmadan sayıklıyordu. Köşedeki kuş tüyü kalemi alıp şişeye daldırdım. Birdenbire binlerce ses kulaklarıma dolmaya, binlerce görüntü gözlerimin önünde canlanmaya başladı. İşe yaramıştı. Her zamanki gibi. Tanrım, bu hazzı tatmak için daha yüzlerce kişiyi öldürebilirdim! Şöyle bir etrafıma bakındım. Kadının sesi kesilmişti. Mürekkebim bol, etraf sessizdi. Öne eğildim ve büyük bir iştahla, hoyratça yazmaya başladım.

2 Kasım 2013 Cumartesi

ben ruhi bey

-merhabayın

-19 yaşındaydım puslu soğuk bir kış akşamı sakarya da akm'ye doğru ellerim ceplerim de yürüyordum...(tamam lan tamam böyle başlamıcam.)
-klasik fakülte yıllarıydı 20 yaşlarında filandım işte sabahları yataktan kalkıp takriben 14.00-15.00 arası bir sigara yakıp sokağa salıyordum kendimi (sigarayı bırakmaya vardı daha) uzun çarşı'nın (sakarya) başında ki simit fırının dan börek, simit, poğaça gibi şeyler alıp çay ocağının yolunu tutuyordum.Eğer o hafta önemli bir işim yoksa(vize, final, sunum) haftanın 6 günü (pazar günleri kapalıydı)hem karın doyurmak hem biraz gazete okumak için aynı yolu izliyordum.

-çay ocağının hiçbir artistik yanı olmaması, duvar manzarası olmasına rağmen belediye çalışanları, öğretmenler, öğrenciler, yerel gazeteciler, hafif enteller gibi değişik bir müşteri kitlesi vardı. Her gün birbirimizi göre göre ister istemez bir yerden tanışmaya başlamıştık(ki bunda o sıralar benim de biraz biraz kitap okumamın etkili olduğunu göz önüne alıyorum)

-orada ki müdavimlerden biri olan o zaman benim için bir şey ifade etmese de zamanlar hayatım da önemli bir yeri olan mustafa ağbi o sıralar takriben iki yıl çıkmış olan sakarya yerelin de çıkan aylık merdiven dergisini çıkarıyordu.(liseden sonra ilk dergiyle karşılaşmam da o olmuştu.)

-haftanın altı günü ben aynı rotayı çizmeye devam ederken iki şey değişti her ay başı hem merdiven'i hem de bir ulusal dergiyi almaya başladım.(mustafa ağbi'nin önderdiği) sonra biraz dergiyi okumaya bir insanın neden böyle saçma bir şey çıkarmak istemesine anlam vermeye çalıştım önce sonra mustafa ağbi'ye sordum.mustafa ağbi heves diyordu uyar'ın acemilik dediği olay gibi hatta cemil meriç'ten bir kaç pasaj okumuştu dergiyle alakalı(benim bu dergi okuma alışkanlığım biraz daha devam etti)

-sonra bir gün karaladığım şeylerden göndermeye karar verdim. biraz korktum ya beğenmezse ya utanırsam filan dedim her gün gördüğüm adam sonuçta diye düşünürken müstear isimle göndermeye karar verdim.(olayın tek artısı gönderilenleri çay ocağında bizim yanımızda değerlendirmesiydi,daha önce den haberim oluyordu yayınlanıp yayınlanmayacağından (yani olayın bütün heyecanı kaçıyordu.) baktım böyle olmuyor bütün ümitsizliğim le o ulusal çapta ki edebiyat dergisine de yazı göndermeye başladım.(ki o an çok sıradan gelse de şimdi bu yaşta buradan düşününce hayatım da hatırı sayılır heyecanlardan biri olarak hafızam da yer kaplıyor diğer heyecanlanma anlarının bazılarını anlatmıştım bazılarını anlatırız umarım bazılarını anlatmayacağım)

-yukarıda ki süreç takriben bir 5-6 ay filan devam etti yanlış hatırlamıyorsam bir kasım ayının 18'i filan dı çay ocağına gittiğim de mustafa ağbi yine gelen yazıları okuyordu her ay yaptığı gibi 10 dakika sonra benim gönderdiğim yazıyı aldığını gördüm her zaman ki gibi önce okudu sonra belli yerlere not düştü  ben yine içimden derken mustafa ağbi dedi.   diyebildim. diyebildim.

-ulan dergi nasıl nasıl kapanır ya?(ne güzeldi yayınlanmayan yazılarımız)

29 Ekim 2013 Salı

Yüzsüz

"...Bugün 'özgürlük' diye böğürerek olay çıkaranlar, cam çerçeve kırıp kundakçılık yapanlar, tamamen dış mihrakların ajanı ve piyonudurlar. Kendi arkadaşları tarafından öldürülen 'sözde devrim şehitleri' de öyleydiler! Ülkemiz hiç şimdiki kadar özgür olmamıştı! Adeta refah içinde 'yüzüyoruz'. Bütün dünya bize saygı ve korku besliyor! Bunu hazmedemeyen dış güçler ise, 'üniversite öğrencisi' kılığındaki teröristleri kullanarak, milletimizin huzurunu bozmaya, hatta Sayın Devlet Başkanı'mızı (ki Allah onu korusun) devirmeye çalışıyorlar! Bir kısım vatan haini basın mensubu ise, sanki ülkemizde bir baskı ortamı varmış gibi göstererek, bu kirli oyuna alet oluyor! Bilinmelidir ki bu kirli oyunları tezgahlayanlar, asla emellerine ulaşamayacaklardır! Milletimiz,Sayın Devlet Başkanımızın yanındadır!"

Son noktayı koyduktan sonra derin bir nefes aldım ve arkama yaslanıp monitörde parıldayan yazımı okumaya başladım. Güzel yazmıştım. Herhangi bir hata veya eksik olmadığını anladığımda gazetede yayınlanması için e-postaladım. Kapı vuruldu, genç ve güzel asistanım Aslı içeri girdi. Sarışın ve mavi gözlüydü. Gözlerim önce göğüslerine, sonra kısa eteğinin altındaki bacaklarına kaydı. Akşam beraber bir yemeğe çıkıp, iki-üç kadeh parlatsak fena olmazdı. Belki sonra da... Ben onun sütun bacaklarını izlerken "Onur bey, bugün Kanal Y'de canlı yayınınız var, yoksa unuttunuz mu?" diye sordu. "Aah, doğru." dedim. "Kaçtaydı?" "İki saat sonra başlıyor" cevabını alınca ceketimi kapıp asansöre koştum.

Kanalın arabası beni almaya gelmişti. Arka koltuğa geçtim. Yolda, yazımın son paragrafındaki cümleler beynimde yankılanmaya başladı. Muhakkak yine çok eleştiri gelecek, mail kutum "Yazıklar olsun"larla, "Kaç paraya sattın kendini"lerle, hatta küfürlerle dolup taşacaktı.

Eylemcilerin cam-çerçeve kırmadığını, kundakçılık yapmadığını ben de biliyordum. Bu konuda yapılan bütün araştırmalara, sunulan sahte kanıtlara rağmen, bu iddia 'maalesef' yanlıştı. Tek bir eylemcinin arkasında bile yabancı bir örgüt yoktu. Ölenler kendi dava arkadaşları tarafından değil, polis kurşunuyla öldürülmüşlerdi. Ekonomi çökmüş, halk bölünmüş, Sayın Devlet Başkanına karşı olan bütün gazeteciler hapsi boylamıştı.

Evet, lanet olsun, evet, bunları ben de biliyordum. Fakat, şu 46 yıllık hayatımda öğrendiğim bir tek şey varsa, o da güçlü olana yakın, zayıf olana uzak durmak gerektiğiydi! İnsan hep güce entegre olmalı, kazanan tarafı tutmalıydı! Aksi takdirde, etine-buduna bakmadan kahramanlık taslamanın sonu sefalet, yoksulluk, ezilmek ve toplumdan dışlanmaktı. Çok zor bir çocukluk geçirmiştim. Küçük bir köy, fakir bir aile, ayyaş bir baba ve çocuklarının karnını doyurmak için çırpınan anne... Bulunduğum yere gelebilmek için kıçımı yırtmıştım. Artık toplumun üst katmanındaydım, geldiğim bataklıktan çok uzakta... Elimdekileri, sahip olduklarımı kaybetmeyi göze alamazdım.

Program gayet iyi geçti. Kuliste konuştuğumuz gibi, sunucu benim istediğim soruları sormuş, ben de istediğim cevapları vermiştim. Zemin kata indiğimde kapının önünde bir kargaşa olduğunu farkettim. "Satılmış medya istemiyoruz!" sloganları bana kadar ulaşıyordu. Kapıya yöneldiğim sırada biri kolumu tuttu ve "Şimdi çıkmayın efendim, dışarısı kalabalık." dedi. "Olur mu canım! Evimize de mi gitmeyelim?!" diye çıkıştım ve adamı iterek kapının önüne çıktım.

Elleri rengarenk dövizlerle, pankartlarla dolu yüzlerce kişi binanın önünde toplanmıştı. Gözlerde derin bir öfke ve nefret vardı. Yuhlamalar ve ıslıkların arasından uzaktaki siren sesleri duyuluyordu. İster istemez ürktüm tabii, ama bozuntuya vermedim. Kalabalığı yaracak ve ilerideki arabama ulaşacaktım. İki adım atmıştım ki, orta yaşlı başörtülü bir kadın önüme çıktı. "Beni tanıdın mı beni? Ben polis kurşunuyla katledilen Mehmet'in anasıyım!" dedi. "Yirmi yaşındaydı daha benim evladım! Hiçbir günahı yoktu yavrumun! Öyle senin yazdığın gibi kominist ajan falan değildi!" Yakama yapışan ellerini sertçe indirdim ve "Hanım hanım! Kendine gel!" diye çıkıştım. "Senin oğlunun Rusya kaynaklı komünist bir örgütle bağlantısı bulundu! Ben yalan yazmam!" Kadının gözleri doldu, kalabalık etrafımı sarmaya başladı. Bir kanal görevlisi "Efendim, arka kapıdan çıkalım, arabayı oraya çağırırız." diye fısıldadı kulağıma. Ben içeri girerken "Şuna bak!" diye bağırdı kadın. "Hem suçlu hem güçlü! Hiç mi utanmadın ölmüş oğlumun arkasından kara iftira atmaktan! Kaç şimdi de kaç! Şerefsiz, haysiyetsiz, yüzsüz herif seni!"

Perdelerin arasından süzülen güneş ışığı sayesinde uyandım. Komodinin üstündeki telefonuma uzanıp baktım. Saat 11'di. Gerinerek ayağa kalkıp küçük adımlarla banyoya girdim. Elimi-yüzümü yıkamak için lavaboya eğildim. Aynadaki aksime baktığımda çığlık atarak geriye savruldum. Arkamdaki dolaba çarpan sırtımın acısını hissettim. Aynada gördüğüm adamın yüzü yoktu. Ne ağzı, ne burnu, ne gözleri! İnanamayarak aynaya yaklaştım. Titreyen ellerimle tahta gibi dümdüz olan suratımı yokladım. Bir kabustu bu! Evet! Henüz uyanmamıştım! Hala görebilmemin, nefes alabilmemin ve çığlık atabilmemin başka nasıl bir açıklaması olabilirdi ki? Kendimi çimdiklemeye, hatta tokatlamaya başladım. Darbeler arka arkaya yüzüme inerken gerçek dünyaya uyanmayı ve "Oh, kabusmuş..." diyerek derin bir nefes almayı bekliyordum. Olmadı. İçimde bir panik dalgası yükseliyordu.  Birden gerçek tüm ağırlığıyla üzerime çöktü: bu bir kabus değildi. Bir sebepten, Allah beni cezalandırmış, böyle yaşamaya mahkum etmişti. Kimsenin görmek istemeyeceği bir yüzsüz, bir kimliksiz olarak yaşamaya... Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Birkaç hırıltılı nefes sonunda bir yumruk darbesiyle aynayı kırdım. Dizlerimin üstüne çökerek avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım: "Aaaaaahhh!"

28 Ekim 2013 Pazartesi

Gerçek Kan Acı


‘Bana gidelim’ dedi kulağıma efsunlu, davetkâr bir fısıltıyla. ‘Boş ver’ dedim kafamı çevirmeye bile tenezzül etmeden, onlarcasını yaşadığım tek gecelik aşklarıma bir yenisini eklememeye kararlı bir yılgınlık ve bıkkınlıkla. Gözbebekleri gözlerime kırık bir ok gibi saplandığında aniden, her şey için çok geçti. Karşı konulmaz bir önünde eğilme, itaat etme, en çok da güzelliğini yüceltme isteğiyle benliğimin amansızca gözlerine esir olduğunu fark ettiğimdeyse yol, artık geri dönülemezdi.
Çok umursamaz, çok kendine güvenen, çok küçümseyen bir bakış attı, dolgun dudaklarını alaycı bir biçimde tüm evreni aşağılarcasına kıvırdı. Zaman unutuldu, an dehr oldu ve onun gözlerinin dışında, tüm evren karanlığa gark oldu. Zehirli bir örümceğin ağına takılmış biçare bir sineğin ürpertisiyle kavradım amansız gerçeği.   O, Dünya’ya, onu aşağılamak için gönderilmiş kadınlardandı. Ve tüm varlıkları kıskançlıktan çıldırtmak, ona sahip olmak uğruna dağıtmak, güzelliğine tapınmak uğruna yıpratmak…  Ama hiç kimsenin olmamak, hep dağları delse bile hiçbir mahlukatın ulaşamayacağı bir yıldız olarak kalmak için…
‘Gidelim’ diyebildim sadece dizlerim titreyerek ayağa kalkarken. Sanki ben gitmek için saatlerdir yalvarıyormuşum da o bana acıyıp lütfediyormuş gibi bir edayla, yavaşça kalktı eski bar taburesinden. Dimdik başı, dimdik vücudu, delici bakışları ve çevresinde gümüş bir hale gibi dolaşan sigara dumanıyla eski çağlardan gelen bir masal prensesi olduğunu söylese, hemen inanabilirdim pekâlâ kendi isteğimle. Dibi görünen derin sular gibiydi güzelliği, uzattığımda elimi, değecekmişim gibi ama sonsuza dek erişemeyeceğim kadar uzak aynı zamanda.
Köhne barın ahşap kapısına doğru yan yana yürürken, bardaki tüm erkeklerin, istisnasız bütün erkeklerin çaresiz bir iç çekişle bakışlarını ona yapıştırdığını fark ettiğimde hepsinin gözlerini korlarla dağlamak istedim. O, hiç şüphesiz yanınızdayken başınızı belaya sokacak, hatta belaya sokacak baş bırakmayacak kadınlardandı. Ona tek başına sahip olmak için onun var olduğu zamanda ve mekândaki tüm erkekleri aynı anda kör etmek lazımdı.
Evinin kapısında kilidi döndürürken duraksadı, saçlarını kızıl bir kırbaç gibi yüzüme savurarak gülümsedi. ‘Gerçek, kan, acı’ dedi boğuk bir sesle. Cevap vermedim çünkü kalbimi göğüs kafesimde, ruhumuysa bedenimde tutmak için sarf ettiğim çabaydı tek derdim. Eve girdiğimizde üç kalp atımı süre boyunca olduğum yere çakılı kaldım. Her şey, her yer kırmızı ve siyahtı. Simsiyah duvarlar, parlak kırmızı ayaklı abajurlar, siyah deri koltuklar, kırmızı uzun tüylü halılar… O an fark ettim. Üzerinde siyah bir elbise vardı; dudakları, tırnakları ve saçlarıysa kan kırmızıydı.
Arkamdan yavaşça yaklaşıp işaret parmağını ensemde gezdirdiğinde tüm hücrelerim, tüm duyularım ve duygularımla ürperdim. ‘Kırmızı kandır, siyah da acı’ diye fısıldadı ‘ve tek gerçek bunlardır.’ Algılayamayacak, düşünemeyecek, hatta nefes bile alamayacak kadar düşmüştüm dehşetin beni bir ağ gibi saran güçlü kollarına. Dönüp gözlerine baktığımda, güzelliği ve asaleti şiddetli bir tokat gibi sarsarak beni, yankılandı tüm bedenimde. Ona âşık olabileceğimi, hatta onu Mecnun gibi sevebileceğimi, daha da ötesi benim olması uğruna sefil bedenimden vazgeçebileceğimi hissettim. ‘Şarap?’ diye sordu yarı alaylı, aklımdan geçenleri okuyup bana acırcasına. Başımı salladım. Birkaç saniye sonra elinde iki şişe kırmızı şarapla geri döndü, birini bana uzattıktan sonra oturdu ve bir sigara yakıp dumanını umursamazca havaya savurdu. Her bir devinimindeki ahenk, çaresiz benliğimi onun yüce varlığına biraz daha esir edip onun dışında var olan tüm kâinatı anbean unutturdu. ‘Sen neredeydin?’ diye sordum yenilmiş bir sesle. ‘Aşk için, güzellik için sabahlara kadar çırpındığım gecelerde sen neredeydin?’ Soruma değil sadece bakışlarıma karşılık vermeye tenezzül ederken tek kaşını soru sorar gibi kaldırıp hafifçe gülümsedi. O an onunla sevişmek, bütünleşmek ve birleşmek için içimde, en derinimde duyduğum şehvet zayıf ahlakımın geride kalan son normlarıyla beraber kâinatın tüm boyutlarını ve katlarını da sorgusuzca deldi geçti.
Ancak onunla sevişmeden önce tek bir soru kalmıştı geriye, sevişmeyi baştan kutsamak üzere. Her istediğini bir saniyede elde edebilecek böylesine olağanüstü bir kadın neden kan ve acıyla doldurmuştu hayatını, evini, hatta gözlerini? ‘Neden acı çekiyorsun?’ diye sordum ürkek bir tınıyla, bedeninin derinliklerinden önce benliğinin derinliklerine ulaşmak arzusuyla… Önce sırrına vakıf olabilirsem bedenine sahip olurken ruhunu da ele geçirebilirim umuduyla…  Ama boşuna… Birden gözlerine öyle ani bir nefret yerleştirdi ki dokunabilsem koyu, yoğun bir kan pıhtısı gibi avuçlarımı dolduracağını zannettim korkuyla; lal oldum, sustum.
Şarabından bir yudum alıp şişeyi yere bıraktı. Teni öylesine şeffaftı ki yutkunduğunda şarabın kırmızısı yansıdı uzun, beyaz boynuna. Tüm korkularımı ve kaygılarımı unutup oturdum yanına ve usul usul okşarken saçlarını, ömrümün sonuna kadar hiç kimseyle sevişmesem, hatta başka kadınları görmesem bile onun sevgisinin, güzelliğinin ve bedeninin bana yeteceğini hissettim. Başını teslim olurcasına göğsüme yasladı ama teslimiyetinde bile bir asilik vardı.
Kor gibi dudakları şehvetle dans ederken dudaklarımın üzerinde kollarım bedenini sardı, elbisesini şevkle yırtan ellerim teklifsizce keşfe çıktı. İnleyen sesinin, dağılan saçlarının ve ateş gibi gözlerinin içinde eriyerek ürperdim. Teninin en kuytu köşelerine girdiğimde şehvetle, çığlıklar eşliğinde yüreklerimiz aynı ritimde attı, nefes nefse karıştı, ruhum gök kubbede dolaştı. Zirvedeyse tüm evreni bir anda kül bulutu haline getirebilecek bir yangın vardı. Yine de tüm sevişme boyunca beynimde o üç kelime yankılandı. Gerçek. Kan. Acı.
Aniden, nefes nefese ayağa kalktı, ‘gel’ diye fısıldadı. Kalkıp ışığa koşan pervane gibi ardından yürüdüm. O an ‘öl’ demiş olsaydı eminim onu da yapmayı denerdim. Siyah, parlak bir kapı açtı, ardımızdan yavaşça kapattı, yüzümü kesif, küflü bir koku yaladı. Odadaki tek mobilya upuzun, siyah bir masaydı. Üzerindeyse onlarca küçük, kurumuş et parçası. Yanlarında küçük kırmızı kâğıtlara yazılmış tarihler ve onlarca erkek adı. Gerçek. Kan. Acı.
O gerçek bir koleksiyoncuydu ve evindeki bu karanlık, ceset kokan odada kan ve acı biriktiriyordu.
Merakımın şaşkınlığa, şaşkınlığımın dehşete ve dehşetimin yavaşça katıksız, saf ve som bir korkuya dönüştüğü o anda elindeki keskin bıçağı gözlerinde emreder, itiraz kabul etmeyeceğini belirten bir ifadeyle uzattı. ‘Bir parçanı bırak’ diye fısıldadı, karanlık bir dehlizden gelen bir sesle. Hiç sorgulamadım. Sadece bıçağı aldım. Omzuma dayadım. Para büyüklüğünde bir parça kopardım. Ona uzattım. Gözleri parlayarak aldı. Yüzüne yaklaştırarak kokladı ve gözlerini kapattı. Gerçek. Kan. Acı. Artık benim varlığımın bir anlamı kalmamıştı.
Salona dönüp giyindim, şarap şişesini aldım ve kapıyı çarparak çıktım. Birkaç adım sonra kapı açıldı. ‘Adın ne?’ diye seslendi. Söyledim. Sevgim, yüreğim ve etimle beraber adımı da bırakıp onu sonsuza dek sonsuzluğa terk ettim. O geceden geriye ruhumda ve bedenimde mezarda etlerim çürüyene kadar taşıyacağım bir yara izi, çaresiz bir aşk, kan ve acı kaldı.
Ve tek gerçek bunlardı…

26 Ekim 2013 Cumartesi

At Kafası Dergi

At Kafası Tayfası olarak Aralık ayında çok acayip bir dergiyle dörtnala geliyoruz ve yer altından asi bir kişnemeyle çıkıyoruz.

Göndermek istediğiniz çizimleriniz, yazılarınız, şiirleriniz, hikayeleriniz, vs. varsa 15 Kasıma kadar atkafasidergi@gmail.com adresine bekleriz.

Bizi takip edin https://twitter.com/atkafasidergi

At Kafası Tayfası


25 Ekim 2013 Cuma

Cinayet İçin Bir Özür [Disonans Füg No: 3]

 












Keskin bir bıçağın bağımlılık bahanesi, her bireyin ruhunda belli bir ölçüde tekrarlanır.

Yeni bir esere başlarken, ide’nin müziğe eşlik etmesi gibi, onu sarıp sarmalayan ve bir transparana dönüştüren - dönüştürücü -  örgüsünde dile geliyorum. Aynı Klee’nin resimlerindeki gibi tinsellikle, duygusallığın oluşturduğu, resmin ya da ezginin üzerinde bir yasa. Boşlukta dolanırken yarattığın müzik, artzamanlı, bazen dramatik ve neşeli hatta Don Giovanni ile kol kola girdiğimiz o gecenin son sahnesinden önceki sahne gibi gerilimli ve tanrısal...
 
Yeniden açmış olduğun çukurdan içeriye girme girişimim, geriye doğru bir hareket gibi. Aynı yaşadığımız yapay seçilimli hayatın, fragmanlara ayrılmış gerçekliğini bütünleme girişimine benziyor.
 
"Her cinayet bir norm’dur aslında." Kim istemez ki, cinayetini tamamladıktan sonra birkaç derin soluk almak ve her şeyin yoluna girdiğini yaşamak. İşlediğin cinayet bir geometrik çizgi örüntüsüdür. Orada ışık ve renk bütünlüğü maddeden sıyrılmıştır. Homo-faber olduğunu ispatlayan elindeki nesne, kökeninden kopardığın; örneğin füğde temayı oluşturan notaların değerlerini değiştirme biçimidir. Küçülür ya da büyürsün, ---kendin tarafından. Ama asıl tema, elinden soğuk parkelere kan damlarken, ritim değişikliğine uğramamaktır.
 
Zevk, son derece geniş kapsamlı bir dönüşümdür.

Yatakta ölüm anında kaydedilen her ses inişli çıkışlı bir yürüyüşün, birbirleriyle ilintili matematiksel ve üç boyutlu bir grafiğe benzer. Daha önce grafik çizmiş herkesin tahmin edebileceği gibi, seste temanın yatay yürüyüşü, her sesin dikey olarak birbiriyle ilintisi ve uzaklığını görselleştirir. Ses, renkle belirtilebilir. Örneğin çıkardığınız seslerin değerlerini, aynı anda yataktaki sevgiliniz, renkli kareler yardımıyla görselleştirebilir. Tını-renk-sex çemberi, katil bir bestecinin gökkuşağıdır.
Söz-hece, sadece ateşin önünde ve ateşin kontrpuanı halinde söylenirse etkilidir.
Temel gürültüleri düşünün. Her biri, işlenen cinayetin kendini haklı çıkaran görevi adeta. Geleneksel armoniler yerine mekanik aletler ile gerçekleştirilen gürültüler gibi. Gıcırtı, sürtünme, vurma, gürleme, kükreme, mırıltı, inleme, inilti, ıslık, belki orgazm… Fütüristler bu sesleri çıkaran makineler yapmışlardı. “Intonarumori” adını verdikleri bu aletlerle konser veriyorlardı. Kan, yani gürültü müziği, hacme bağlıdır. Seçmiş olduğumuz alet, bizi teozofiye götürür. Giderek soyutlaşan ağaç resimleri gibi karanlıkta bir urgan arar, yüksek bir yer bulamamanın verdiği hayal kırıklığı ile tinselliğe doğru bir evrim izlemeye mahkumuzdur.
Gece ve gündüz, hücrenin duvarlarıdır.
Gecenin ne bok olduğunu biliyoruz da, gündüz bir suskunluk değil, tersine birçok sesin bir arada duyulmasından oluşan, armoninin dışında bir gürültüdür. Müzik bir hacim duygusudur. Kanından aldığım üç renk ve renk-sizlik, yani gürültü karşılığı bir kompozisyon...
Her maktulün, tıpkı hayatın kendisi gibi - hiç birşey kanıtlamama mazareti olduğunu biliyorum artık.
Tanrıların proleteri aşağı iniş anında işkencesini oluşturan şeyin aynı zamanda onun zaferi olacağını bilir.
Üstesinden gelemeyeceği hiçbir yazgı yoktur.  Boşluğa atılan bir adım olarak inişi, neşe içindedir.
Eğer mutlu ölümün kitabını yazma girişiminde değilseniz, saçmayı bir gün keşfedeceksiniz demektir. Sisyphe’nin tüm neşesini ödünç almayı deneyin...
Yaratılmış olanın yazgısının, yani yuvarlanmaya mahkum olan o kayanın, en yaygın cinayet aleti olmayı sürdürdüğünü göreceksiniz.


23 Ekim 2013 Çarşamba

İntikam

Merhaba. Adım Süleyman. Mezarcı Süleyman. Mezar kazarım, ölü gömerim, ölü toprağını sular, çiçek ekerim. Gündüzleri mezarcıyım, akşamları öğrenci. Yazmaya-çizmeye yeteneğim yoktur. Öyle pek de kitap okumam hani. Ama derler ya; kimi okur öğrenir, kimi yaşar öğrenir. O kadar garip bir olay yaşadım ki, “Süleyman sen eline kağıdı kalemi al, bir bir yaz bunları.” dedim kendime. Hatam, kusurum olursa affola…

Her zamanki gibi bi gündü. Hava bulutlu. Meftayı gömmüşüz, imam dua okuyor. Siz deyin 200, ben deyim 500 kişi mezar başında. Ensesi kalınlar, kodamanlar, gazeteciler falan... Rahmetli Çevre Bakanı'ymış. Arkadaşlar söylediler. Akşam evde yemek yerken salatadaki yeşillik genzine kaçmış, tak diye orda düşüp can vermiş. Gençmiş de daha, ellisindeymiş. Ecel işte, gelirken sormuyo ki...

İşim bitmişti. Omzumda kürekle tam dönüp gidiyordum ki "Delikanlı!" diye bir ses duydum arkamdan. Döndüm. Siyah takımlı, badem bıyıklı irice bir adam beni tuttu, kenara çekti. "Sen burda mı çalışıyosun?" diye sordu, "Evet." dedim. Cüzdanından bi yüzlük çıkardı, elime tutuşturdu. "Ağamızın mezarına iyi bakasın." dedi. "Suyunu veresin, toprağını düzleyesin, çiçek ekesin." Benim bu işi yapmaktaki amacım öncelikle sevap kazanmaktı tabii, yoksa başka iş mi yok? Ama bu devirde kim kime durup dururken yüz lira verirdi? Parayı pantolon cebime sıkıştırırken "Sen merak etme abi!" dedim. "Gözüm gibi bakarım evelallah!"

Bir hafta geçti-geçmedi, hem toprağını sulamak hem de hayrına, üç kulu bir elham okumak için bakanımızın mezarına geldim. Gelmez olaydım! Burası ağıtlarla, dualarla rahmetliyi gömdüğümüz yer değildi sanki! Mezarın tamamı zümrüt yeşili, upuzun, kalın ve yapraksız dallarla kaplanmıştı. Bi çeşit sarmaşığa benziyordu. Ne toprağı görmek mümkündü ne de mermerden yapılma beyaz mezar taşını. "Bismillahirrahmanirrahim!” diye fısıldadım yaklaşırken. Rüzgarın altında sarmaşıklar sanki hareket ediyormuş gibi görünüyordu. Kırbaç gibi dallardan birini kavradığım sırada parmağıma bir acı saplandı. battı. “Ah!” Can havliyle elimi çektim. Şakır şakır kanıyordu. Dalların üstündeki küçük dikenleri işte o zaman farkettim.

Bütün gün bu garip sarmaşıkla uğraştım. Sonunda dalların tamamını kesip, bitkinin gövdesine ulaştım Diz çöktüm. Gövdeyi iki elimle kavrayıp kendime doğru çektim. Değil topraktan çıkmak, kıpırdamadadı bile. Kökler bayağı derindeydi demek ki. Bütün gücümü toplayıp bir daha denedim. Sonra bi daha, sonra bi daha. Faydasız… Sanki ben yukarıdan, rahmetli de aynı anda aşağıdan çekiyordu bitkiyi. Durdum. Derin bir nefes aldım. Kafamı yukarı kaldırdığımda hava kararıyordu. Saate baktım: 18:30. Okkalı bir küfür savurdum. Okula geç kalmıştım. Gövdeyi dibinden kesip mezara biraz kırmızı toprak attım. Üstümü değişip koştum.

Üç gün sonra bir sabah, şeytan dürttü, soluğu bahtsız bakanın mezarında aldım. Daha uzaktan görür görmez bir sıkıntı kapladı içimi. Sarmaşıklar olduğu gibi ordaydı! Sanki hiç kesilmemiş gibi! "Pes artık!" dedim, "Yuh!" dedim. Böyle birşeyi daha önce hayatta görmemiştim! Çocukken çiftlikte, ırgatlık yapan babamın yanında bile! Hemen telefona sarılıp bana cenaze günü numarasını veren abiyi -rahmetlinin kardeşiymiş, adı Seyfi- aradım. Durumu en uygun, en kısa şekilde özet geçtim. Önce tanımadı, sonra ne dediğimi anlamadı, sonra "Beni bunun için mi arıyosun? Kendin halletsene!" diye azarladı. En sonunda "Ben iki saate geliyorum, sen orda kal." deyip kapattı. İki buçuk saat sonra geldi, vaziyeti gördü. "Allah allah?" diye mırıldana mırıldana mezarın etrafında dönüp durdu.

Ertesi gün yanında bir adamla tekrar geldi. Adam botanikçiymiş. İnceledi, Sarmaşıktan örnekler aldı. Bir çare bulamadı. Olay herkesten gizli tutuluyor, iki adam mezarın etrafında hep nöbet tutuyordu. Bana da sağda solda anlatmayım diye bi 200’lük daha verdiler. Sonunda mezarı açıp, bitkiyi kökünden temizlemeye karar verdi aile meclisi. Bir gece yarısı rahmetlinin karısı, iki oğlu, Seyfi abi, iki ırgat bir de ben; mezar başında buluştuk. Seyfi abi toprağa ışık tutarken biz ırgatlarla başladık kazmaya. Yarım saat sonra mezar açılmış, yanında topraktan bir tepecik oluşmuştu. Hepimiz nefesimizi tuttuk, mezara eğildik. Seyfi abi feneri çukura doğrulttu. Bitkinin kökleri cesede kadar ulaşmış delik deşik etmişti. Cesedi parçalamadan kökleri sökmek imkansızdı. Rahmetlinin eşi ağlayarak kendini yere attı. İki oğlu kollarından tutup düşmesine engel oldular. Seyfi abi “Hassiktir be!” diye fısıldadı. Irgatlar besmele çekerek kaçtılar. Benim de götüm üç buçuk atıyodu, ama belli etmedim tabii. Rahmetlinin hanımı hıçkırıklar arasında “Yeter, kapatın artık!” diye bağırdı. Birbirimizin gözüne baktık. Yapabileceğimiz birşey yoktu. Mezarı ikinci kez kapattık. Üç kulu, bir elham, bir de fatiha okuyup sessizce dağıldık. Seyfi abiyi de, aileden başka birini de bir daha görmedim.

Olaydan sonra merak ettim, internetten biraz araştırdım adamı. Kimse sevmezmiş. Mevkisine, makamına layık biri değilmiş. Güzelim ormanları kestirir biçtirir yerine çirkin binalar diktirirmiş. Eleştirenlere, karşı çıkanlara da hiç kulak vermezmiş. “Vay be!” dedim, “Adamın mezarında başına gelenlere bak. Tabiat Ana intikamını böyle aldı demek ki!” Ölünün arkasından konuşulmaz tabi, günahtır, ama layığını bulmuş bence rahmetli… Yine de Allah taksiratını affetsin... 

 

20 Ekim 2013 Pazar

İnsanımsı Ayin [Dönüş]



"Tatlı ve çok kutsal bir içkidir sevgi,
Tanrım kan olarak duyumsar, bense şarap."
Wagner'in Parsifal'i La bemol major bir temayla başlar, yedi nota boyunca temposuz devam eder, akortsuz bir arpejle yükselir, ritmik, armonik ve melodik bir Do minör ölçüyle sona erer. Bu tema bütün prelüd boyunca gelişerek devam eder ve yaralı Amfortas'ın sunakta sunduğu, sonrasında da ona geri sunulan ekmek ve şarap biçiminde lütuf olarak ortaya çıkar. Temanın prelüd'e hakim olmasının sebebi; Aşai Rabbani'nin anlamı sözlerle ya da eylemlerle değil müziktedir. Müzik dramayı, dışında Prelüd'ün uzun senfonik tefekküründe gelişmiş bir duygu katar.[rS]
 
Otobanın ortasında çakılı kalmaya mahkum olduğumuz an fiksasyonlara benzer.
 
Seyahatin sonuna yaklaşırken aynı Aşai Rabbani ayini gibi "zamandan bağımsız olanın zamanla kesiştiği bir nokta" dayız.
 
Seyahatin her anı, aslında inanç eşiğinden çıktığımız andır. Gişeleri geride bırakırken dünyayı bir cehennem olarak görmeye başlarız; bir cehennem ki insanın başka birinin şeytanı olmak zorunda olması yüzünden Dante'nin cehennemini bile aşar.
 
Arabalı vapurdan Deniz'in öbür tarafına geçerken kıyıdan son bir kez varlığın kalbine bakmışızdır.
 
İşte seyahatin sonlanması budur.
 
Aynı Hıristiyan tasavvuruna göre İsa'nın kurban edilmesinde hayat bulan özlem gibi sözlere dökülemez bir an. Ancak ve belki müzikle fark edebileceğimiz.
 
Seyahatin sonunda müziğin açtığı kesitten agape ilkesine yönelebiliriz. Yani dostluğun zevk verdiği münasip bir sığınak bulmak ve içinde kuytu ve yassı olarak zamanı seyrelemek için.
 
Etrafta kol gezen çılgınlıktan kaçıp düşünmenin mümkün olduğu bir evren bulma hayalidir, vapurun köşesinden sonsuzluğu boylamak.
Ancak şehrin en büyük acısına tanıklık edebilmek için erken aşamalarda öğrendiğimiz şey "var olabilmek kafayı çekmek demektir" ilkesidir.
Geri döndüğünüz beşeri dünyanın en ücra köşeleri dahi keşfedilmiştir.
Fakat ayrıldığım ve geri döndüğüm şehrin aynı olmadığını varsayarak söyleyebilirim ki, kurmaya çalıştığımız sistem ancak yok olmayı seçtiğimizde anlam kazanacaktır. Otobandaki çizgilerin kaydettiğiniz hızdan birbirlerini silmeye başladığı andaki gibi.
Dönüş yolunda unutulmaması gereken, kişiliğimiz un ufak edilirken, dağılan parçaların bir gün birleşip fildişinden bir kule olabileceği ihtimalidir.
Bu noktada "Her birimiz kendi kurduğumuz hayaliz sadece" diyerek geri dönmeyi seçen adam, belki de kendi en yüce dramanın kahramanı olmayı sürdürmek zorundadır.

(LCO!12 bayram trafiği ayini: disonans'a gönderge)

14 Ekim 2013 Pazartesi

Ev Arkadaşım

Demir kapıyı büyük bir öfkeyle açıp eve girdim. Anahtarı girişteki kaseye, elimdeki kitapları da yere fırlattım. "Sikeyim ben böyle hocayı da okulu da dersi de!" diyerek kendimi salondaki tv koltuğuna bıraktım. Ben ağız dolusu söverken elinde sigarayla balkon kapısında belirdi. Sırıtmaya başladı. Hiçbirşeyi umursamaz gibiydi zaten hep. "Dünya yansa yorganı yok içinde" derler ya, aynen öyle. Bu hali beni bazen çileden çıkarıyordu ve seyrek kavgalarımızın sebebi de genelde bu oluyordu. "Hayırdır lan?" dedi gülerek. "Celallenmişin gene?" Öne doğru eğilerek "Ya bırak! Hoca takmış kafayı bana!" dedim. "Ağzımızla kuş tutsak faydası yok anasını satiim! Bittim ben, kalırım bu sene bak şuraya yazıyorum!" Ben aralıksız konuşurken o sakince sigarasını tüttürüyor ve pişmiş kelle gibi sırıtarak bana bakıyordu. "Kötüye bişi olmaz olum, dört ayağının üstüne düşersin yine sen." dedi sigarasını söndürürken. Kısa bir sessizlikten sonra gülmeye başladım. Önce bıyık altından, sonra kahkahalarla. O da güldü. Arkama yaslanıp ayaklarımı uzattım ve üç yıllık ev arkadaşımı izlemeye başladım. 

Karakterlerimiz taban tabana zıttı, -ben ne kadar kuralcıysam, Murat o kadar uçarıydı- fakat çok iyi anlaşıyorduk. Ailesi yoktu. Liseyi zar zor bitirmiş, üniversiteye gitmemişti. -Kendi deyişiyle, "mevcut eğitim sistemini reddediyor"du. Binbir türlü işe girip çıktıktan sonra kendi kendine grafik tasarım öğrenmiş ve şehirde bu alanda aranan birisi olmuştu. Home-office çalışıyordu. Bu iplemez halleri, bir Atlas gibi dünyanın bütün yükünü taşımaya hazır olan beni rahatlatıyordu. Sakinleştiriyordu. Tek bir kötü huyu vardı: Çok içiyor ve sarhoşken ne yaptığını, ne söylediğini bilmiyordu.

İkinci sigarayı da söndürdükten sonra mutfağa gitti. İki şişe soğuk birayla geri döndüğünde yüzünde nispeten ciddi bir ifade vardı. İlginç. Biraları sehpaya bırakırken boğazını temizledi. Karşımdaki koltuğa oturup biralardan birini açtı ve bana verdi. "Daha erken diil mi olum? İyice azıttın lan?" Şişesini benimkine dokundurdu. "Çek kardo çek, önemli bişey konuşmamız lazım." Bu cümleyi en son bir ay önce kumarda para kaybettiğinde duymuştum Murat'tan. Yoksa yine mi... Merakım her saniye daha da artıyordu. "Ben bir ölüyüm, ama sen bunu bilmiyosun." dedi en sonunda. "Daha doğrusu, hatırlamıyosun." "Ne ölüsü, ne diyosun aga sen?" dedim. Sırıttı. Ellerinin arasına aldığı kafasını kaşımaya başladı. Gergindi. Birasından büyük bir yudum alıp ayağa kalktı. Pencerenin önünde volta atarken "Bunu söylemezsem hem seni hem de kendimi kandırmış olurum." dedi. Durdu. "Ama, şunu bil ki, benim için hiç kolay değil." Soru dolu bakışlarıma aldırış etmeden yerine oturdu. Şişeyi bitirip bir sigara daha yaktı. Sigaradan yayılan duman yüzünün etrafında oynaşıyor ve ona daha esrarengiz bir hava veriyordu. "Herşey geçen ay zil zurna sarhoş olup elimdeki parayı kumarda kaybetmemle başladı. Ertesi gün sana anlattım. 5 Ekim Cuma, o günü hatırlıyosun di mi?" Başımı hızlıca evet anlamında salladım. Gülümsedi. " Anlattığımda ağzıma sıçmıştın." diye devam etti konuşmaya. "Nasıl sıçmayasın ki amına koyim! Faturalar birikmişti, aksi gibi de paraya sıkışmıştık o dönem. Umudumuz o gün müşteriden aldığım paraydı. Ama ben aynı akşam..." "Ne diyosun oğlum sen?" diye kestim sözünü. "Geçti bitti, nolmuş ki o güne?" Öne eğildi. Yüzüne ciddi bir ifade yerleştirip "İşte o gün kanka..." dedi. "O gün sen beni öldürdün."

Güldüm. Onun gülmediğini görünce durdum. "Trip mi atıyosun olum bana?" "Hayır kanka, ciddiyim." dedi sakince. Sabrım taşmaya başlıyordu. "Lan git! Nası öldürmüşüm allah aşkına anlatsana bana da bi!" diye bağırdım. Ne yüzünde ne de sesinde en ufak bir değişim olmadan "Gözün dönmüştü resmen." dedi. "Üstüme yürüdün. 'Ne diyosun lan sen!' diye bağırdın. Ben de tabi biraz sert çıktım. 'Bir hatadır oldu, napalım, ölelim mi?' falan derken boğazıma sarıldın. Sonra..." Belli belirsiz görüntüler gözlerimin önünde belirmeye başladı. Öylece durmuş, ev arkadaşımın ayak ucumdaki cesedine bakıyordum. Korkmuştum. Hem de çok korkmuştum. Düşüncelerimi okumuş gibi "Aklını yitirmiştin." dedi Murat. "Ölmemi istememiştin, biliyorum. O kadar zavallı bir halin vardı ki, acıdım sana kanka. Benden başka kimsen de yoktu. Biraz süre istedim yukardakilerden. Sen hafızanı kaybettin, ben de hiç çaktırmadım."

Gözlerimde biriken yaşlarla, başımı iki elimin arasına alıp ileri geri sallanmaya başladım. Kafatasımın içinde beynim sanki parçalanıyordu. "Öl lan!" diyordum Murat'ın boğazını sıkarken. "Madem bu boku yedin, öl amına kodumun evladı!" Başımı kaldırıp tükenmiş bir sesle "Ceset.. Cesedin nerde?" diye sordum. Elini omzuma koydu. Şefkatle bana baktı. "Sen görmeyesin diye kaldırdım kanka. Odadaki yüklüğün içinde." dedi. Ayağa kalktı. "Bi cenaze töreni yapıp onu da defnedersen sevinirim. Senden son isteğim bu." O kapıdan çıkarken "Gitme lan..." diye fısıldadım. "Çok yalnızım oğlum. Senden başka kimsem yok!" dedim gözyaşları içinde. Döndü, gülümsedi. "Gitmem lazım kanka. Yukarıdan çağırıyolar. Yoksa ben de isterdim kalmak..." Kısa bir sessizlikten sonra "Neyse, eyvallah." dedi. "Şşş, hakkını helal et ha!"

Gözlerimden akan yaşlara rağmen gülümsedim. "Helal olsun lan... Helal olsun! Yazdır beni de kapıya."

13 Ekim 2013 Pazar

çek şu ağzımda ki namluyu

neden 
neden sorusunu kime soracağım ben
neden o fiyakalı kadınlar adım atmaz topraklarımıza
neden omuzundan öpüp uyuya kalamam ben
neden ellerim çirkin

Rabbim ve yerel yönetimler 
Ben kanamak üzere kurulu bir saat olmaktan azat edilmek istiyorum
Ben
Hata yaptım
"Göz yaşlarımızı bitti mi sandın"

biz edebiyata ayna tutan çocuklar
realizme hoşgeldiniz ey turistler ve çocuklar
bilek kesilsin dünyanın yaratılışına
kirli sakalımız ve halsiz gözlerimiz ile burada dikilip dururken
neden
neden sorusunu kime soracağım ben
inan bana
inan güzelim
ben belimde kelebek ile geldim
bak kanatları mor
çeliği keskin

Lokman
gel kendimizi şu ağaca asalım
ve ağaca yürümesi için yalvaralım
çünkü ölümüz görülmesi gereken bir mevzu olabilir
eğer sırıtmayı unutmazsak

bir
eki
ve uç

ben huzurun kesiğinden
bakire bir orospunun rahmine
ölü bir adamın dölü olarak düştüm
bu başka kainat
ve ben katillerin ellerini öpüyorum hala bayramları

ben ayda ki saksafoncunun yalancısı
ben halsiz ve dilsiz kulların dua kitabını yazdım

ama neden
neden sorusunu kime soracağım ki ben

medet ey katip
medet
bir de meydey
insanız
fazla inanç sual sordurmaz

ben neden hala
omuzundan öpüp uykulara dalamıyorum
bana bunu anlat

11 Ekim 2013 Cuma

hikayeye giriş dersleri -2

okumaya başlamadan önce/hikayeye giriş dersleri-1 i okumak için buyrun

"29 yaşındayım dayıyım istanbul'da ikamet ediyorum. Hafta sonları yalnız hafta içi canı sıkılan 5 ablamın beni paylaştığı üzere yaşıyorum pazartesileri Müyesser abla'm geliyor hem de ne gelmek sabahın 12'sin de burada insan üşenir filan yok her pazartesi işe gider gibi üsküdar'dan kop gel beylikdüzü'ne...pazar akşamları eve misafir getirememe sebebi 1 tane ev var 5 tane abla  5 tane anahtar çıldırırsınız.yahu burası bekar evi ne işi var dantelin diyorum dinlemiyor.her hafta p.tesi gelip evin eksiklerini ihtiyaçlarını planlayıp bir mühendis edasıyla hazırladığı iş bölümünü buzdolabına yapıştırıyor.bütün hafta planımı o listeye göre yapmak kalıyor. sorsanız düzenli işim yok ama düzenli ablalarım var. bana da kim ne zaman neden gelecek hangi akşam misafir gelebilir hadi geldi kaçta gidecek falanlar filanlar...gece geç mi gelmişim, bütün gece projeyle mi uğraşmışım, bunlar önemsiz ayrıntılar pazartesi oldu mu elektrikli süpürgeyle uyanmak denen bir gerçek var. hadi pazartesi yine elektrik süpürgesi ya salıları ya salıları napıcan müge anlı'yla uyanıyorum küfür kafir kalkıyorum her salı müge anlı lan(gülmeyin olm içinizden) ablam işte naparsın müyesser'in bir küçüğü mürüvvet salıları onda...."

-
nasıl başlangıç
+yahu iyi de bil bakalım aklım da ne var
-nerden bileyim lan aklında ne var dallama müneccim miyim ben,
+diyorum ki aslında bu hikayeyi senaryo mu yapsak
-eee oldu paşam en son yaptığımız turizm öğrencilerini hatırlıyon mu ne oldu
+ne olmuş oğlum canavar gibi fikirdi kışın okul yazın staj tüm seneye yay canavar gibiydi kışın karasal iklim aşk filan yazın deniz rus alman meşk filan
-yav he he ulan o yaz için yazdığın ilk 3 bölümü bir kanal yanlışlıkla çekip yayınlasa rtük kanalı kapatır lan.neymiş efendim gayet masummuş anıymış o senaryoyu sansür görse kendine lanet ederdi daha ne diyeyim
+aslında roman olsa fikir güzel oradan kesin diziye gider ama
-tamam lan şöyle devam edelim....

10 Ekim 2013 Perşembe

Kaybet


Kur. Yaz. Yık. Kaybet.

Tüm döngü bundan ibaret. Ve at yarışlarından, kahverengi bira şişelerinden, sigara kağıtları üzerine yazdığın kitap fikirlerinden, cebindeki 20 kuruştan, söylenen yalanlardan, şans oyunlarından, tükenmeyen kabuslardan, raflarda dizili boktan ‘çoksatan’ kitaplardan ve kendi kendini kovduğun mekanlardan.

Bilinen tek sona ulaşmanın binlerce yolunu öğren. ‘O’ yere çıkan farklı yolları. Sonra yine küfret ve kaybet.

İnsanları merak et. Adamları, kadınları, sevişmelerini, fikirlerini, işemelerini, öldürdükleri düşlerini, sarhoş olduklarında anlattıkları hikayeleri, ağlarken yüzlerinin aldığı ifadeyi, renklerini, kırılmış hayallerini ve yapmak istediklerini. Yaz. Ama en sonunda yine kaybet. Sonra yeni baştan kur ve yaz. Yık ve Kaybet. Ve kendini bile isteye bu döngüye hapset.

Dolaptaki son peynir parçası. Pencere kenarındaki ölü çiçek. Altı delik ayakkabılar. Yırtık kitaplar. Yapmak istediğin şeyle aranda duran kıvrımsız beyinler. Bozuk bulaşık makinesi. Sürekli çalan şarkı. Para imparatorluklarının hiç bitmeyen telefonları. Ve tüm bunların arasında akıp giden kelimeler, cümleler, tasvirler, öyküler. Yitik zaman.

Sonra yine de kur. Yaz. Yık. Ve kaybet.

Sefaletin en boktanı. Ama sefaleti sev. O bir şey kaybettiğinde içinden kopup giden keskin parça gibi değil ama. Tutmaya çalışma. Geri almaya, telafi etmeye uğraşma. Yok olması için bildiğin tüm Tanrılara dua ederek sev. Kaybolmasını isteyerek sev.

Beynine lanet et. Düşlere. Kurgulara. Kalem ve kağıtlara. Plastik tuşlara. Hatta kitaplara. Zihinlerine dokunduğun insanlara. Sonra bunlara rağmen ya da bunlar yüzünden yine kaybet.

Kendini ehlileştir. Yeryüzünün varlığı buna bağlıymışçasına. Ortalama bir hayatta, sıradan bir yaşamda, boktan bir günün en sıkıcı anındaymışçasına. İçindeki vahşiyi öldür.

Gökdelenler, arabalar, takım elbiseler, camdan kafesler, kocaman bir tabakta sunulan minicik yemekler, simli rujlar, kravat iğneleri, üç-beş parça giysi satan devasa mağazalar, özenti dekorasyonlar, siteler, bahçeler, maviye boyalı havuzlar, bembeyaz, ruhsuz mutfaklar, geniş balkonlar ve her yerde kameralar. Güvenlik yalanı. Sanki istesem kendimi öldürmemi engelleyebilirlermiş gibi. Hepsi bir sanrı. Klonlanmış birer dayatı. Ve işe yaramaz birer yaratı. Bu boktan simülasyonu siktir et.

Sadece kur. Yaz. Yık. Kaybet.

Ve lanet et. Alt alta cümleler halinde yazılan komik şiirlere, duygularını vıcık vıcık sömüren ‘edebi’ öykülere, altına dipnot düşülen sözde eleştirilere, uyduruk sorular ve baştan savma cevaplardan oluşan sıkıcı röportajlara, kimsenin sikine takmadığı haberlerden oluşan dosyalara, yazılarını bir-iki kişi paylaşınca paha biçilemez eserler ürettiğini sananlara, adını kimsenin duymadığı ucuz dergilerde yazısı yayımlanınca ya da hiçbir yayıncının sallamadığı kitabını bir şekilde bastırınca ‘yazar’ olan üst-insanlara. Sonra yine kaybet. Ama bu sefer kaybetmeyi gerçekten sev.

Nefret et. Güzellik dayatmalarından, para kazanma hırslarından, ünlülere yapılan yalakalıklardan, taklit parfümlerinden, pahalı ama boktan giysilerinden, ayakkabı koleksiyonlarından, sahip olmayı ve mülk edinmeyi bi bok sanmalarından, tozpembe reklamlardan, kuşe kağıtlardan, ‘akıllı’ cihazlardan, popüler kültürün dayattığı tüm uyduruk sanrılardan  ve televizyonun yuttuğu zamanlardan.

Hepsinden, tümden ve birden kaç. Bir gün her şeyi bırak. Kendini hayattan kov. Yol kenarındaki ıssız bir benzinciye sığın. Ya da eski bir karavana. Devasa bir ağacın kovuğuna. Çıplak ayaklarınla. Cenin pozisyonunda. Ya da prangalardan kurtulmayı başaramazsan kendi zihninin kıvrımlarına. Yarattığın kurgulara.

Sen en iyisi o son peynir parçasını ye. Kitapları yapıştır, ölü çiçeği çöpe at. Sonra da bu boktan yazıyı yazdığın için kendinden nefret et. En sonunda da kus. Delik ayakkabının içine.
Sonra yine kaybet.

Sonra kur.

Yaz.

Sonra da yık.

Ve kaybet.

Yazma-da bir çığlık vardır: Dışarı! Dışarı! Defolun!

Zihin, kendisinin sorgulanması sırasında, bir başkasını yanlışlıkla kendine buyur eder.
Boşluğa akan kelimeleriniz algınızdaki çarpıklığı açıklayamayacaktır.
Yaratım çığlığı, yazma-trans anı geldiğinde: “Dışarı! Dışarı! Defolun!” diye haykırmaya başlar.
İşte tam bu anda yaratımın tüm yükünü omuzlarınıza almışsınız demektir.  
Bu yükü yüklenen içe-vurumcu blogger olma hayali, bir diğer anlamda zamansızlığı ifade eder. Aynı boyundan akıp vajinaya giden bir haiku gibi, göze hiç batmaz/batmayacaktır.
 
Yaratım sırasında aynada gördüğünüz mevcudiyet, bir sesleniş, adeta bozmak için yok etmekten vazgeçmiş bir kafanın AT!a dönüşümü gibidir.
 
Öğreti: “yazma edimi soyuttur” der. Bu soyutluk duyumsal  bir cinayeti andırır. Cinayet işlendiği anda orada inançlar sona ermiş, suç görünümleri artık bilinçaltına kaldırılmıştır.
Geride bıraktığınız “kelime-izler” bir gösterge işlevi görür. Böylece her şey bir düz/ü/e/lme aşamasına girer.
 
Yazarken daima hafife almanın kıyısında gezinin.
Çünkü yazma edimi, uçmayı başarabilmek için uykusuzluk ile iletişim halindedir.
İkinci büyük öğreti olarak, sersemlemiş halde uzun süre öylece bakakalmayı deneyin.
Uykusuzluk - uykunun - gözetleyicisidir.
Levinas’ın modası geçmiş deyimiyle, uyanık oluşunuz çoktan kendi üzerine kapandığı veya kendi halinin sınırlarında dinginleşerek uyuduğu -sürekli uyandırılan- bir ruhun tinselliğidir.
 
Uyku halinde yazmaya çabalamak, boşluğu yavaş yavaş ve mutlak suretle, içkin bir doluluğa terk etme eylemine dönüşür.
Yani egoizme karşı, uyku ile mücadele etme sanatını deneyin.
Uyurken kelimelerinizden çıkarttığınız imgeleri, sadece sizi gözetleyenin anlayabileceği, panoptik bir obje şekline dönüştürün.
Adeta gün boyunca ördüğünü, geceleri gizlice söken Penelope gibi, her an kurduğunu bozan ve bunu bir güvenlik önlemi olarak almayı seçenlerin tercihi olmak gerekir.
 
Geride bırakılan dışkı, yani yazılan nesne, amatör vicdanın saflığını bozmalıdır.
Kendini yazdıkları ile ifşa etmek, sorumluluktan kaçmanın bir diğer yöntemidir.
Tüm sorumsuzluğumuz, söylemenin eksikliğinin vahametindendir.
Yaratırken karşınızda doğum yapan -nesne düşünce- seyrektir ve kısa sürer.
Emin olmalısınız ki, yazdıklarınıza ve söylediklerinize, tüm her şeye ihanet etmeyi seçmek, yazımın bir görevi olarak size geri sunulacaktır.
 
Şuna kulak verin; söylememde ki korkaklığım nedeniyle, yazmada yalnızım.
Aynı şu cümledeki “yarının, dünün ve sonraki günlerin bugün ile aynı olacağını fark ettiğim anda, bu kaçınılmaz keşif altında ezilmem” gibi…

Yazmak belki özgürlüğün ötesine geçen bir girişimdir. Anımsayamadığınız, temsil edemediğiniz, belki vazgeçtiğiniz her kelimenin, artzamanlı bir öncelik içerisinde yer değiştirmesi gibi.
 
ve bütün bu sancılı mahremiyet, kendini yitirerek yeniden bulma olgusu gibi, bizi hep yaşadığımız şizofrenik yazı(trans) arzuya götürür:
“Sancı ile gelen her ilham, bir abartma melekesinden kaynaklanacaktır."
 

8 Ekim 2013 Salı

Vahşi Hayvan

Canhıraş çığlıklarla gözlerimi açtım. Geceydi. Fakat mağaramın taş duvarlarında koyu kızıl bir ışık oynaşıyordu. Anında ayağa kalktım. Başımı mağaradan dışarı çıkarmamla, yoğun bir sıcak hava dalgasının yüzümü yalaması bir oldu. Orman yangın yeriydi. Ağaçlar, otlar, hayvanlar ve bir ormanda var olabilecek diğer her şey alev almış yanıyordu. Boynuzları tutuşmuş bir geyik belirdi önümde. Birkaç saniye durakladı. Başını benden yana çevirdi. Sonra son bir gayretle devam etti koşmaya. "Kaç" diyordu sanki bana. "Kaç kurtul buradan!" Birkaç metre sonra acıyla yere yığıldı habercim. İnimden çıktım ve nereye gideceğimi bilmeden alevlerin arasında koşmaya başladım. Duman gözlerimi ve genzimi yakıyordu. Sürüngenler toprağa mı gömülseler yoksa ağaçlara mı tırmansalar, karar veremiyorlardı. Bir kaplumbağa, sanki onu koruyabilirmiş gibi kabuğunun içine saklanmıştı. Bir kuş sürüsü kendi dillerinde bağrışarak başımın üstünden geçti. Yanan dalların çıtırtıları, panik içinde kaçışan hayvanların çığlıklarına karışıyordu. Koştum... Koştum... Koştum... İçgüdüsel olarak, yıllardır aynı evi paylaştığım komşularımı takip ediyordum. Bir süre sonra tamamen yolumu kaybettim. Alevlerin arasında etrafa bakınırken, ileride yangından nasibini almamış bir tepe gördüm. Arkamda asırlık ulu ağaçlar birbiri ardına devrilirken, kalan gücümle öne doğru atıldım. Ağaçsız tepeye vardığımda bir kayanın dibine çöküp öksürmeye başladım. Gözlerimde biriken yaşlar yüzünden etrafı bulanık görüyordum. Dönüp hala cayır cayır yanmakta olan ormana baktım. Beni hesapsız-kitapsız bağrına basmış, yıllar boyu korumuş, saklamış, beslemiş, bir anne gibi bana bakmış ve büyütmüş olan ormana... Onu kül eden yangını kalbimin derinliklerinde hissettim.

Sakinleştiğimde, bakışlarımı dizlerimin üzerine yerleştirdiğim, avuç içleri gökyüzüne bakan ellerime indirdim. Derimi kaplayan uzun kahverengi kıllar kısalmaya başladı. Sivri pençelerim kısa tırnaklı, ince-uzun parmaklara dönüştü. Dönüşüm tamamlanmıştı. Ağaçsız tepede çırılçıplak oturan bir insandım artık. Ayağa kalktım. Tepenin yamacında bir şehir uzanıyordu. Hantal adımlarla tepeden indim ve patika bir yolda yürümeye başladım.

Soğuk betona ayak bastığımda bir an nefesim kesildi. Her yanı sarmış parlak ışıklar gözlerimi yaktı. Taşlaşmış bir ormana girmiştim sanki. Ağaç yoktu. Toprak yoktu. Hayvan yoktu. Sadece insan vardı. İnsanların kullandığı büyük metal araçlar, toprağın üstünde kayan sürüngenler gibi hızla geçip gidiyorlardı. Bir tanesinin altında ezilmekten son anda kurtuldum. Yolun ortasında durmuştum. "Şş, adama bak lan!" "Aaa, pis sapık!" "Anadan doğma lan bu!" "Sallandırıcaksın böyle bir iki tanesini bak bakalım bi daha yapıyolar mı!" Bana yadırgayarak bakanları ben de merakla incelemeye başladım. Ormana kaçtığımda henüz bir çocuktum. Buna rağmen insanları ve konuştukları dili unutmamıştım. Sakallı birkaç adam kalabalığı yararak bana doğru koşmaya başladı. Yüzlerinde öfke, ellerinde parlayan bıçaklar ve satırlar vardı. Küçük bir balta beni ıskalayarak arkamdaki bir adamın kolunu sıyırdı. "Irz düşmanı pezeveng! Anamız bacımız var lan it!" "Hayvan"ı uyandırmak akıllıca bir seçenek olmayacaktı. Nispeten daha karanlık olan bir ara sokağa kaçtım. Küfürleri ve silahlarıyla peşimden geliyorlardı. Sırtıma saplanmak üzere olan bir bıçaktan sola kayarak kurtuldum. Şimdi zikzak çizerek ilerliyordum. Sola döndüm. Sonra sağa. Sonra tekrar sola. Bir süre daha koştuktan sonra durdum ve  bir sundurmanın altına saklanıp arkamı döndüm. Yoklardı. İzimi kaybettirmiştim. Derin bir nefes aldım. "Doğa Ana'ya şükürler olsun!" Geceyi geçirecek ıssız bir köşe bulmak için yavaşça yürümeye başladım. İleride, bir sokak lambasının dibinde üç iri kıyım adam, yerde yatan cılız dördüncüyü dövüyorlardı. Müdahale etmeyi düşündüm, vazgeçtim. Zemin kattaki bir evin balkonundan bir pantolon ve ceket aldım. Aynı şeyleri tekrar yaşamamak için kıyafetleri alelacele giydim. İki binanın arasında yere serilmiş kirli bir örtünün üzerine kıvrılıp gözlerimi kapattım. Tekrar açtığımda eski bir parka giymiş bereli bir adam elindeki sopayla göğsümü dürtüyordu. "Burası benim yerim! İkile!"

Uyandığımda biraz ötedeki orta yaşlı bir adam kendini yakmaya çalışıyordu. Bidondaki sıvıyı başından aşağıya boca etti ve diğer elindeki çakmağı tehditkar bir ifadeyle salladı. “Yakklaşşmayın lan! Yakarım kendimi!” Etrafındaki kalabalık git gide büyüyordu. Ayağa kalkıp ters yönde yürümeye başladım. Sağlı sollu dükkanlarla dolu geniş bir caddeye çıktım. Bir vitrinin ardında “televizyon” adı verilen büyük, ışıklı kutular yan yana dizilmişti. Hepsinde aynı görüntü vardı. “Gece yarısı başlayan yangın, on hektarlık ormanı kül etti.” diyordu bir masanın ardında oturan kısa saçlı kadın. “İtfaiye erlerinin saatler süren müdahalesi sonucu, alevler sabaha karşı beş sularında söndürülebildi. Olayda kundaklama şüphesi olduğu belirtiliyor.” Ekranda çok iyi tanıdığım, ama şimdi bir kül yığınına dönüşmüş olan bölge gösteriliyordu. Bazı insanlar konuşuyordu. Altında uyukladığım, sırtımı gövdesine yasladığım yaşlı çınar ağacını gördüm sonra. Devrilmişti. Gözlerim karardı. Ellerim cama yapışık halde dizlerimin üstüne çöktüm. İçimdeki hayvanın uyanmak için çırpındığını hissediyordum. “Kundaklama”... Bu kelime, yangının insanlar tarafından çıkarıldığını gösteriyordu. Ama neden? Beyaz gömlekli bir adam kapının eşiğinde belirdi. Beni şöyle bir süzdükten sonra “Şşş, napıyosun birader?” diye çıkıştı. “Hadi naş!” Televizyondaki görüntü değişti. Şimdi, karısını ve üç çocuğunu doğradıktan sonra evin damından atlayıp intihar eden bir adamın yüzü kaplamıştı ekranı. Dükkandan uzaklaşırken midemin guruldadığını duydum. Acıkmıştım. Burada avlanamayacağıma göre, bir yerlerden yemek bulmak gerekiyordu.

Bütün gün, burnuma çalınan kokuları takip ederek şehirde boşuna dolaşıp durdum. Çöpleri karıştırdım. Lokantaları ve dükkanları dolaştım. Yiyecek bir şeyler istediğim herkesten kesin bir red cevabı aldım. Hatta bazen alaylar, küfürler ve iteklemelerle birlikte. İnsan dilini konuşmakta zorlanıyordum ve bu da işleri daha kötü hale getiriyordu. Hava kararmıştı ve ben açlıktan ölüyordum. Bitap bir şekilde dolanırken, diğerlerinin aksine karanlığa gömülmüş bir dükkanın önünde durdum. Yaklaştım. Cam kapıya “Yatsı’ya gittim dönecem” yazılı bir kağıt yapıştırılmıştı. Etrafıma şöyle bir bakındım. Sokak tenhaydı. Sert bir dirsek darbesiyle camı kırdım ve içeri daldım.

Duvarları kaplayan raflarda renk renk, çeşit çeşit paketler dizilmişti. Küçük, yeşil bir paketi aldım, hızla yırtıp içindeki dikdörtgen bisküvileri yemeye başladım. Birden eşikte genç bir adam belirdi. “Napıyosun ulan sen?” Paketi bıraktım. Hızlı adımlarla yanından geçmeye çalışırken, ceketimin yakalarından tutup beni karşı duvara doğru savurdu. Kafama birkaç kutu düştü. Ben ayağa kalkarken adamın arkasına birkaç kişi toplandı. “N’ooldu Halil abi? Hayırdır?” diye sordu bir tanesi. “N’olacak, bu it benim dükkanı soymaya çalıştı!” diye cevap verdi öndeki. Yüzünde çapraz bir yara izi vardı. “Beni rahat bırakın…” diye fısıldadım nefes nefese. Belinden çıkardığı sustalı bıçağı tek hamlede açtı. “Bırakmazsam n’olacak lan?!” Diğerleri tehditkar bakışlarını bana dikmiş bekliyorlardı. Bıçaklı herif yaklaşırken kaslarım gerilmeye, kalbim daha hızlı atmaya başladı. İçimdeki hayvan uyanıyordu. Yapabileceğim birşey yoktu. Birkaç saniye içinde dönüşüm tamamlandı. Karşılarında savunmasız bir insan değil, vahşi bir hayvan duruyordu artık. “SİZE BENİ RAHAT BIRAKIN DEDİM!”

Gözleri büyüdü, renkleri sarardı. Kaçmaya başladılar. Dükkan sahibini bıçağı tutan elinden yakaladım. Bileğini kırıp, sivri dişlerimi omzuna geçirdim. Dışarı çıktığımda birkaç tanesi kaçmaya devam ediyordu. Peşlerinden koştum. Birinin üstüne atlayıp yere yapıştırdım. Diğerini tişörtünden yakalayıp duvara fırlattım. Bir başkasını diz kapağından ısırdım. Kana, şiddete doymuyordum. Üstüne çıktığım adamın yüzünü parçalamak için, pençemi havaya kaldırdığımda, durdum. Duyduğum siren sesleri yüzünden değil, daha fazla kan dökmek istemediğimden. Adamı bırakıp neredeyse dörtnala koşmaya başladım. Arkamda üniformalı polislerle geniş bir caddeyi geçerken, sırtıma saplanan bir merminin acısıyla durdum. Sırtüstü yere düştüm. Karanlık gökyüzünde bütün ihtişamıyla parlayan dolunayı gördüm. Gülümsedim. Kim bilir kaçıncı kez, yine bir dönüşüm geçiriyordum. Hayvandan insana... Hangisi daha vahşiydi? Hayatta kalmak için kendini savunan "Hayvan" mı; yoksa sırf öyle istediği için doğayı ve hayvanları katleden "İnsan" mı? Peki ama, insan da bir hayvan değil miydi zaten? Yorulmuştum. Düşünceleri zihnimden uzaklaştırıp derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapadım. Öldüm.