Sayfalar

29 Kasım 2013 Cuma

derece mesele değil bazıları bronz sever

dün penceremden at gördüm
peşinde yürüyen kırk üç insan, üçü çocuk
ellerinde kırk üç kılıç, üçü ışın
cumadan sonra boşalan park yerlerine ve
CNN Türk'ün allah sevgisine karşıdan bakıyordum. 
sigara yakmak için pencereden ayrılırken
cami liberalleşme sürecini henüz tamamlıyordu.

oyun sonundaki kazancımız ipten alınmış mahkumlara gösterildi
burun kıvıranlar kurşuna dizilirken; 
evini satan tüm babalar
memleketine dönmeye ikna edildi
bu bahçede böyle zayıflıklar, 
normal hayatın gerektirdiği heyecan için bakınca
epey fazla kaçıyor
sonra bir anda dünyaya düşüyoruz, senin paraşütün burberry
sergen atıyor, şampiyonluk geliyor

28 Kasım 2013 Perşembe

konmayan karga-2

birinci mavra için burdan buyrun

8 yıllık ömrüm de daha mesut olduğum başka bir an hatırlamam dün gibi aklımda...
"86 model kırmızı dodge cafer'lerin apartmanın köşesinden göründüğün de arkasına takılmaktan başka bir şey düşünmedim ilkin sonra yavaşladı, yavaşladı, yavaşladı ve tam nurettin bakkal'ın önünde frene bastı.sonra yavaş yavaş açılan kapı önce bahar teyze indi. ardından gül ve en son akasya ve gül'ün ipeksi siyah saçlarına düşen güneş ışınları ile bir insan evladının aşık olması için gerekli her şey tamamlanmış oldu. teşekkürler allah'ım"
ohaa lan ne güzel kız diye ben cümlemi bitirmeden cahit atladı 'aaa ikizler' o an ki şaşkınlığımızı görseniz şiir sanardınız. işte o an tam o an aşkın ne olduğunu anladım aşk gül demekti. iyi ki ikizdiler yoksa cahit'le kavga edecektik. ilk ben gördüğüm için ben kazanacaktım gerçi ama (sokak kanunun da ilk gören alır) tatsız bir ton zevzeklik olacaktı ve o sıcakta o yorgunlukta dünya'nın en güzel gözlerinden sonra bizim cahit'i hiç ama hiç çekemezdim. cahit ilkinin benim olduğunu bildiği için gönülsüz de olsa ikincisi benim dedi.başka bir şey konuşmadık.

o saatten sonra bütün gün gül'ü düşündüm.daha güzel bir şey olsa onu düşünürdüm.annem sürekli neden pişmiş kelle gibi sırıttığımı sorup durdu.'onun adı gül ben nasıl gülmeyeyim"deyip durdum (içimden tabii) hep nurettin bakkal'ın arabesk şarkılarından dolayı bunlar yoksa ben  öyle ucuz laflar edecek çocuk muyum?

bütün akşam içim içime sığmadı. sanki içim de bütün akşam gazoz baloncukları dolaştı(kelebekte neymiş).sabah olsun okula gideyim okuldan döneyim annem beni sokağa salsın bakkal'ın orada gül'ü göreyim..

şu ahir ömrüm de ilk defa sabah olmak bilmemişti diye yazmayı çok isterdim ama olmadı 6 yaşındaydım fosur fosur uyudum. neyse zaten okul da sarmadı o gün hep gül'ü düşündüm. ahh aşk dedim hayır diyorum diyorum cümlenin sonunu da getiremiyorum bir türlü malum daha anaokulu öğrencisiyim.okul bitmek bilmiyor, aklım da bakkalın ora var, geç kalmaktan korkuyorum. türlü türlü şeyler var aklım da bütün mahalle'nin fırlamalarını bakkalın orada demir apartmanının 3.katını izleyerek bulmaktan korkuyorum.ahh ulan cahit anlatmadın değil mi kimseye?



26 Kasım 2013 Salı

konmayan karga-1

"kırmızı güzeldir bir kadının dudağın da"
der dedem, ama  aşağıda anlatılanlarla ilişkisini bende bilmiyorum.

anaokulundaydım geçen sene belma öğretmen (buraya bir parantez açmayı uygun görüyorum ve parantezi kapatıyorum) pencerenin pervazına konan karga'yı gösterip "çocuklar kargaların yaşayan en zeki kuş olduğu sanılmakta dediği zaman acaip ilgimi çekmişti bu karga denen kuş. hatta o gün okul da sürekli kargayla ilgili hayaller kurdum daha önemli bir şey duysaydım onunla ilgili hayaller kurardım.

eve döner dönmez bu kargaları araştırmaya başladım. önce 3 senedir odadan üniversiteye hazırlanan ağabeyime sordum. bana bir ton martaval okudu neymiş efendim kargalar 100 yıldan fazla yaşarmış da falanlar filan anlattı da anlattı saf işte ne duysa şu bilgisayar da inanıyor.hayır o zamanlar okumayı da bilmiyorum ne dese inandım cahil gibi.sonra anne baba filan hep aynı şeyler hayır birde onlar anlatıyor ben heyecanlanıyorum meğer hepsi gerçek dışıymış.

iki gün sonra tüf tüf maçından dönerken yorgunluk gazozlarını içiyoruz nurettin bakkal'ın orada  dayanamadım cahit'e anlattım kargaların en zeki kuşlar olduğunu ve diğer safsataları ama yine de kararsız kaldım.  şahane fikrimi açıklama da kargalardan bir tim oluşturacaktım. evet evet şahane fikrim bu  kaos timi. (kaos timinin hedeflerini ve görevlerini daha sonra açıklarım fakat cahit'e dönmem lazım) ben anlattıkça cahit'te heyecanlandı tabii çocuk sonra kargaları öldürüp kesmekten filan bahsetti biyolog ablasından duymuş.incelemek için filan hayvanların içlerine bakıyorlarmış. biyolog dediğine bakmayın benim ağabeyin ilkokul dan sıra arkadaşı haspam ama seneye mezun olacak bizim ki hala hazırlansın dursun.yok ulan dedim cahit'e neden keselim güzelim hayvanları bilsem pavlov'dan köpeğinden bahsedicem ama  onun yerine gül'ler bizim mahalle ye yeni taşınıyor onları izliyoruz cahit'le...


7 Kasım 2013 Perşembe

Kanla Yazılan

Bu öykü ilk kez At Kafası Dergisi'nin 1. Sayısında yayınlanmıştır.

"Tüm yazılmışların içinde en çok kanla yazılanı severim. Kanla yaz, göreceksin ki kan, tindir."
F. Nietzsche

Karanlık, havasız ve göt kadar bara girdiğimde saat bire geliyordu. Gireni-çıkanı rahat görebilmek için yine o köşedeki masaya oturdum. Bir bira söyledim. Köpüklü ve altın rengi içkimi yudumlarken mekandaki diğer müşterilere bir göz attım. Zavallı insancıklar... Para ve seksten başka hiçbirşey düşünmeyen, günü kurtarmak için yaşayan biyolojik makineler... Gözlerim bu ayyaş erkekler topluluğunun içinde bir kadın aradı. Oradaydı, bar tezgahının önündeki o rahatsız taburelerden birine tünemiş, salına salına kokteylini içiyordu. Hemcinsimin her yerinden bayağılık akıyordu. Sırtına inen dağınık sarı saçlarının dip boyası gelmişti. Yüzündeki simli ve abartılı makyaj yer yer bozulmuştu. Üstündeki çirkin göğüs dekolteli elbise buruş buruştu ve daha da kötüsü belli ki dar geliyordu. Biramı alıp kararlı adımlarla kadının yanına gittim. Oturdum. Kadehimi onunkine dokundurup kafama diktim. Kadın karşısındaki küt saçlı, makyajsız, siyahlar içindeki hemcinsine şakınlıkla baktı ve "Tanışıyor muyuz?" diye mırıldandı. "Ben seni ve senin gibileri tanırım." dedim bardağı masaya koyarken, "Ama sen beni tanımazsın. Birini mi bekliyosun?" Kadın huzursuzca kıpırdandı, kolundaki kocaman saate baktı, -muhtemelen hediyeydi- huzursuzca kıpırdanarak "Evet." dedi. "Gelmez, hiç boşuna bekleme." dedim yanından kalkarken. Hesabı ödedim, bardan çıktım, sokağın ucundaki apartmanın arkasına sığındım. Şansımın yaver gitmesi için dua ederek beklemeye başladım.

Yarım saat geçti geçmedi, barın neon ışıklı tabelasının altında belirdi. Koca poposunu ve pörsümüş göğüslerini sallaya sallaya yürümeye başladı. Sarhoştu, -ki bu daha iyiydi- direnemeyecekti. Binanın arkasından çıkıp sessizce onu takip etmeye başladım. Sol cebimden küçük bir şişe, sağ cebimden bir mendil çıkardım. Şişedeki eteri mendile döktüm. İyice yaklaştığımda mendili o yassı suratına yapıştırdım. İki saniye sonra ayaklarımın dibinde baygın yatıyordu. İlk etap tamamdı.

Uyandığında tavana baş aşağı asılmış buldu kendini. Çırılçıplaktı.  Korkulu gözlerle bana baktı. Cilasız tahta masamın başında oturmuş keyifle onu izliyordum. Canlı bir çeşme gibiydi şimdi kadın. Bir kan çeşmesi. Vücudundan akan koyu kırmızımsı sıvı, yerdeki plastik leğene damlıyordu. Onu barın önündeki külüstürüme bindirmek pek zor olmamıştı. Yıllardır en vahşi sırlarımı saklayan bu sığınağa getirip, tavandaki çengellere baş aşağı asıp, el-kol ve bacaklarındaki arterleri ustaca kestikten sonra, geriye manzaranın keyfini çıkarmak kalıyordu. Gözlerimi kapadım. Derin bir nefes alıp gülümsedim. Bir süre sessizliği dinledikten sonra ayağa kalktım. Masanın üstündeki mürekkep şişesini alıp kadına yaklaştım. "Lütfen... Bırakın beni..." diye sayıkladı. "Hah, ne diyorsun kadın sen?" dedim alaycı bir üslupa. "Belki de ilk kez, ulvi bir amaca hizmet ediyorsun! Gurur duy!"

Minik şişeyi leğendeki kanla doldurup masama döndüm. Oturdum. Önümdeki boş kağıdın beyazlığı gözümü alıyordu. Kadın durmadan sayıklıyordu. Köşedeki kuş tüyü kalemi alıp şişeye daldırdım. Birdenbire binlerce ses kulaklarıma dolmaya, binlerce görüntü gözlerimin önünde canlanmaya başladı. İşe yaramıştı. Her zamanki gibi. Tanrım, bu hazzı tatmak için daha yüzlerce kişiyi öldürebilirdim! Şöyle bir etrafıma bakındım. Kadının sesi kesilmişti. Mürekkebim bol, etraf sessizdi. Öne eğildim ve büyük bir iştahla, hoyratça yazmaya başladım.

2 Kasım 2013 Cumartesi

ben ruhi bey

-merhabayın

-19 yaşındaydım puslu soğuk bir kış akşamı sakarya da akm'ye doğru ellerim ceplerim de yürüyordum...(tamam lan tamam böyle başlamıcam.)
-klasik fakülte yıllarıydı 20 yaşlarında filandım işte sabahları yataktan kalkıp takriben 14.00-15.00 arası bir sigara yakıp sokağa salıyordum kendimi (sigarayı bırakmaya vardı daha) uzun çarşı'nın (sakarya) başında ki simit fırının dan börek, simit, poğaça gibi şeyler alıp çay ocağının yolunu tutuyordum.Eğer o hafta önemli bir işim yoksa(vize, final, sunum) haftanın 6 günü (pazar günleri kapalıydı)hem karın doyurmak hem biraz gazete okumak için aynı yolu izliyordum.

-çay ocağının hiçbir artistik yanı olmaması, duvar manzarası olmasına rağmen belediye çalışanları, öğretmenler, öğrenciler, yerel gazeteciler, hafif enteller gibi değişik bir müşteri kitlesi vardı. Her gün birbirimizi göre göre ister istemez bir yerden tanışmaya başlamıştık(ki bunda o sıralar benim de biraz biraz kitap okumamın etkili olduğunu göz önüne alıyorum)

-orada ki müdavimlerden biri olan o zaman benim için bir şey ifade etmese de zamanlar hayatım da önemli bir yeri olan mustafa ağbi o sıralar takriben iki yıl çıkmış olan sakarya yerelin de çıkan aylık merdiven dergisini çıkarıyordu.(liseden sonra ilk dergiyle karşılaşmam da o olmuştu.)

-haftanın altı günü ben aynı rotayı çizmeye devam ederken iki şey değişti her ay başı hem merdiven'i hem de bir ulusal dergiyi almaya başladım.(mustafa ağbi'nin önderdiği) sonra biraz dergiyi okumaya bir insanın neden böyle saçma bir şey çıkarmak istemesine anlam vermeye çalıştım önce sonra mustafa ağbi'ye sordum.mustafa ağbi heves diyordu uyar'ın acemilik dediği olay gibi hatta cemil meriç'ten bir kaç pasaj okumuştu dergiyle alakalı(benim bu dergi okuma alışkanlığım biraz daha devam etti)

-sonra bir gün karaladığım şeylerden göndermeye karar verdim. biraz korktum ya beğenmezse ya utanırsam filan dedim her gün gördüğüm adam sonuçta diye düşünürken müstear isimle göndermeye karar verdim.(olayın tek artısı gönderilenleri çay ocağında bizim yanımızda değerlendirmesiydi,daha önce den haberim oluyordu yayınlanıp yayınlanmayacağından (yani olayın bütün heyecanı kaçıyordu.) baktım böyle olmuyor bütün ümitsizliğim le o ulusal çapta ki edebiyat dergisine de yazı göndermeye başladım.(ki o an çok sıradan gelse de şimdi bu yaşta buradan düşününce hayatım da hatırı sayılır heyecanlardan biri olarak hafızam da yer kaplıyor diğer heyecanlanma anlarının bazılarını anlatmıştım bazılarını anlatırız umarım bazılarını anlatmayacağım)

-yukarıda ki süreç takriben bir 5-6 ay filan devam etti yanlış hatırlamıyorsam bir kasım ayının 18'i filan dı çay ocağına gittiğim de mustafa ağbi yine gelen yazıları okuyordu her ay yaptığı gibi 10 dakika sonra benim gönderdiğim yazıyı aldığını gördüm her zaman ki gibi önce okudu sonra belli yerlere not düştü  ben yine içimden derken mustafa ağbi dedi.   diyebildim. diyebildim.

-ulan dergi nasıl nasıl kapanır ya?(ne güzeldi yayınlanmayan yazılarımız)