30 Haziran 2013 Pazar
İbranice pardon
Başlangıç, Musa'nın elleri
I
Ah bu yanlış anlaşılmalar
Ve insanlık teorileri
Bir bakıma tren mollaları
Bir yandan Arap şeyhleri
Yazımı zor diye
Dışlanmış bir harf gibi
Eskiden
Çok eskiden
Minnesota’da bir zenci
Olmak gibi
Bir bakıma
Ağzı dolu
Küçük çocukların
Konuşma sancısı
Az gelişmiş
Bir ülkenin
Tanrısı olmak gibi
Bazı hüzünler tanımsız
Acı
Ve halsizlik
Sigarasını dudakları arasına
Almakta olan bir kadın
Hiç bir erkek
Davranmamışsa
Çakmağına
İşte o kadar
Üstü kapalı
Küfürler
Nehrin üstünde
Elimle taşıdığım
Gemiler
Defterimin ara sayfalarına
Yuva kurmuş
O masum kırlangıç
Kızıl ve körpe
Şimdi
İçimde
Yıkık bir doğu bloğu ülkesi
Gururum demirde dövülme
Değil elbette
Kopuk bir zindan ninnisi
Ölüme giden atlar
Hep bir adım fazla mı atar?
II
Ah şu yanlış anlaşılmalar
Yahut hiç anlaşılamayan gazete haberleri
Ölüm
Bir kuşun kanadında gelmez sevgilim
Kırmızı bir kamyonet taşır gazeteleri
Ölümler
Sadece üçüncü sayfa haberi
İki dünya liderinin birbirine değen elleri
Değerlidir gırtlağı kesik bir genç kızdan
III
Ah şu yanlış anlaşılmalar
Ve parodigma
Anlamını bilmediğim kelimelere gömün beni
Onlarla gömün
Sonsuza dek düşüneyim
Toprak açtı ağzını
Yummamalı gözünü
Bir harfi üç kez tekrar edersen
Ağzında çanak antenler açacak sevgilim
Ve sen beni anlayacaksın
Dünyanın tüm dillerinde
Saati bilmem kaç dolardan
Porno kanallarda
Anlayacaksın
Uçsuz bir kıtanın
Son çeyreğinde
IV
Yanlış anlamış bir kuş
Gökte değil
Yerde uçar
V
Yanlış anlaşılmak istemem ama
Benim insanlık korkum var
VI
Hali haysiyetli bir anlaşma bu
Yanağında Lozan elçisi
Kıpırdama
Ben alırım
Sus
Sakin ol
Teninden bir ülkeyi kurtarırım
Alimallah
VII
Özür dilerim Tanrım
Onlara anlatacaktım
Ama
Çok yanlış anlaşıldım
VIII
Anladım
Anlaşılamadım
IX
Bir numara al
Bir kurdele
Ve biraz atların özgürlüğünden al yanına
Meleklere inan
Kuşlara da
Dağın ardına inan
Güneşin her sabah sezaryen ile doğduğuna mesela
İnan bana
Beni sakın yanlı anlama
Ben sadece anladığından emin olmak istiyorum
X
Artık hayatımda anlam aramayacağım
..
29 Haziran 2013 Cumartesi
Cam Küvez
Uykumun en
güzel yerindeyim.
Uzun yıllar
çok erken uyandım ve artık emekli olduğum için, uykunun en güzel kısmının yıllarca
uyandığım saatte yaşandığını biliyorum.
Uyuyorum. Öyle
güzel bir düş falan görmüyorum. Sadece tembellik var.
Bir anda -dediğim
gibi uykumun en güzel yerinde- kuyruğunu suya o kadar sert vuruyor ki, küvezinin
içindeki suyun neredeyse yarısı yatağıma sıçrıyor.
Gözlerimi
açıyorum. Gülümseyerek yüzüme sıçrayan su damlacıklarını siliyorum. Yan
tarafıma, cam küvezinin olduğu yere dönüyorum. Ve onunla olduğum için bir kere
daha şükrediyorum.
Hayatımın neredeyse tamamı askerde geçti. Askeri okullar, kışlalar, operasyonlar. Sonunda sol kolumu kaybettim. Emekli oldum. Daha doğrusu, ben her ne kadar çok sevdiğimi, devam edebileceğimi söylesem de onlar öyle istedikleri için emekli oldum.
Hayatımın neredeyse tamamı askerde geçti. Askeri okullar, kışlalar, operasyonlar. Sonunda sol kolumu kaybettim. Emekli oldum. Daha doğrusu, ben her ne kadar çok sevdiğimi, devam edebileceğimi söylesem de onlar öyle istedikleri için emekli oldum.
Sol kolumla
birlikte emeklilik belgelerimi de gömdüm toprağa.
Emeklilik param
ile bir rehineci dükkanı açtım.
Kendime bir
depo tuttum, ucuz askeri raflar ile doldurdum. Ön tarafa, bankalardaki
vezneleri hatırlatan bir bölme yaptırdım.
Soygun ve yangın riskine karşı en hassas alarmlardan kurdurup, veznenin
etrafını kurşun geçirmez camlarla kaplattım.
İnternet
üzerinden ilk reklamımı verdim;
‘Künye
Rehinci dükkanında kıymetli eşyalarınızı teminat olarak rehin bırakıp, borç
alabilirsiniz. Birkaç dakika içerisinde elinize nakit para geçiyor. Hızlı ve
formalitesiz’
Son
yaptığım sayımda hatırladığım kadarıyla yüz parçanın üzerinde rehin eşya vardı.
Ama
onu görüp, sonsuza kadar onunla olmak istediğimi anladıktan sonra -ki bu kararı
vermem ortalama bir dakika sürmüştü- herşeyi bırakmaya karar verdim.
Hiç
evlenmedim.
Yataktan
kalkıp, mutfağa gittim. Kahve makinasının tuşuna basıp, buzdolabını açtım. Hala
ne yediğini anlayamadığım için dolabı bir sürü farklı şey ile doldurmuştum.
Dolaptan biraz yeşillik ve balık çıkarttım. Kasenin içinde ezip, bulamaç haline
getirdim.
Kahvemi
ve onun için hazırladığım bulamaçı alıp, odaya döndüm.
Rehinci
dükkanı işi ilk başta riskli gibi görünüyordu. Ama tek kolu olmayan, 30’larının
sonunda olmasına rağmen oldukça yaşlı ve
korkutucu görünen ben, herkesin kolayca rahatsız
edebileceği bir adam değildim.
İlk
iki yıl, ufak devlet tacizleri, haraç bağlamaya çalışan yeni yetme mafyaların
ve herşeylerini kaybetmiş başarısız adamların göz korkutmak için yaptıkları
blöfler dışında neredeyse sorunsuz geçti.
Önce
küçük küçük verdiğim borçlar, işlerin yolunda gitmesiyle büyük paralara
dönüştü. İyi kazanıyordum fakat dikkat çekmemek için hayatımı değiştirmedim. Ne
kadar çok yeni ve gösterişli şey, o kadar gözleri dikerdi üstüne.
Hala sol kolum yoktu.
Hala sol kolum yoktu.
Odaya
girdim. Beni görünce güçlükle kuyruğunu oynattı. Gülümsedim. Dükkanıma bırakılan
tablolardan biri geldi aklıma, onun gibi bir sürü denizkızı bir geminin
etrafını sarmışlardı. Gemideki denizcilerde hem korkarak, hem de hayranlık ile
onlara bakıyorlardı.
Ve şu
anda o tablodakilerin hepsinden daha güzel bir denizkızı, odamın ortasında bir
cam küvezin içinde yatmaktaydı.
Ne iş
yaparsanız yapın, ki yıllarca askerlik ve son üç yıldır rehinci dükkanı sahibi
biri olarak söylüyorum, bir yerden sonra sıkılıyorsunuz.
Sıkıldığım ve fazlasıyla yağmurlu bir sabah dükkanımı açtım. O gün sayım yapacağım için kepenkleri içerden kapatıp, sayıma başladım.
Sıkıldığım ve fazlasıyla yağmurlu bir sabah dükkanımı açtım. O gün sayım yapacağım için kepenkleri içerden kapatıp, sayıma başladım.
Öğlene
doğru dükkanın kepenki yumruklanmaya başladı.
Kepenkin
arasındaki boşluktan dışarı baktım. Yağan yağmur yüzünden sırılsıklam olmuş iki
kısa boylu ve çekik gözlü adam, anlamadığım bir dilde bağırıp, rakibini alaşağı
etmeye çalışan boksör gibi kepenki yumrukluyorlardı.
Yanlarında bir tabut duruyordu.
Kepenki kaldırdım. Hızlıca içeri girdiler. Bağırarak, sürekli arkalarını kontrol ederek, yanlarında getirdikleri tahta tabuta vurarak bana birşey anlatmaya çalışıyorlardı. Ben ise boş gözler ile adamları izliyordum.
Adamlardan biraz daha kısa boylu ve biraz daha çekik gözlü olanı bir süre sonra sakinleşerek cüzdanındaki paraları çıkartıp gösterdi.
Sadece eski, tahta bir tabut para etmezdi.
Tabutun içinde ne olduğunu görmem gerektiğini anlamaları için veznenin altındaki levyeyi alıp, dükkanımın ortasında duran tabuta yöneldim. Henüz sakinleşememiş olan diğer adam tabutun önüne atlayıp, beni engellemeye çalıştı.
Cam küveze elimi sokup, sırtından kaldırarak arkasına yaslanmasını sağladım. Hazırladığım bulamaçtan bir kaşık alıp, ona zarar vermemeye çalışarak dudaklarına götürdüm. Ağzını açmadı. Tadını alması için dudaklarına sürdüm. Zor açtığı gözleri ile nefretle baktı elimdeki bulamaça. Nefes alışverişi giderek daha da azalıyordu.
Tabutun içinde olanı görmeden, benden hiç birşey alamazlardı. Adamı kenara itirip, levyeyi tabutun kapağını arasına sokup, bütün gücümle asıldım. Tabutun kapağını tutan paslı çiviler dükkanın zeminine fırladı. Elimdeki levyeyi bırakıp, kapağı ittirdim.
Kasadaki bütün parayı adamlara verdim, dükkandan gönderip, kepenkleri kapattım. Sadece ona bakıyordum, o da tabutun içine saklanmış cam küvezin içinden gözleriyle beni takip ediyordu.
Tabutun kapağını kapatıp, zorlanarak da olsa dükkanın arka çıkışında duran kamyonetime tabutu yerleştirdim. Onunla olacaktım, sonsuza kadar. Ama bir iz kalmamalıydı. O adamlar, geri gelebilirlerdi, verdiğim para yetmeyebilirdi, onu benden geri almak isterlerse tek başıma yapabileceğim hiç birşey yoktu.
O gece hiç uyumadan gün doğana kadar onu izledim.
Ertesi sabah dükkanımı ateşe verdim. Asker künyemi içeride bıraktım. Yangın bütün binayı kapladı. Benimle birlikte binada yaşayan 7 kişi ve 4 çocukta feci şekilde yanarak can verdi.
Yanlarında bir tabut duruyordu.
Kepenki kaldırdım. Hızlıca içeri girdiler. Bağırarak, sürekli arkalarını kontrol ederek, yanlarında getirdikleri tahta tabuta vurarak bana birşey anlatmaya çalışıyorlardı. Ben ise boş gözler ile adamları izliyordum.
Adamlardan biraz daha kısa boylu ve biraz daha çekik gözlü olanı bir süre sonra sakinleşerek cüzdanındaki paraları çıkartıp gösterdi.
Sadece eski, tahta bir tabut para etmezdi.
Tabutun içinde ne olduğunu görmem gerektiğini anlamaları için veznenin altındaki levyeyi alıp, dükkanımın ortasında duran tabuta yöneldim. Henüz sakinleşememiş olan diğer adam tabutun önüne atlayıp, beni engellemeye çalıştı.
Cam küveze elimi sokup, sırtından kaldırarak arkasına yaslanmasını sağladım. Hazırladığım bulamaçtan bir kaşık alıp, ona zarar vermemeye çalışarak dudaklarına götürdüm. Ağzını açmadı. Tadını alması için dudaklarına sürdüm. Zor açtığı gözleri ile nefretle baktı elimdeki bulamaça. Nefes alışverişi giderek daha da azalıyordu.
Tabutun içinde olanı görmeden, benden hiç birşey alamazlardı. Adamı kenara itirip, levyeyi tabutun kapağını arasına sokup, bütün gücümle asıldım. Tabutun kapağını tutan paslı çiviler dükkanın zeminine fırladı. Elimdeki levyeyi bırakıp, kapağı ittirdim.
Kasadaki bütün parayı adamlara verdim, dükkandan gönderip, kepenkleri kapattım. Sadece ona bakıyordum, o da tabutun içine saklanmış cam küvezin içinden gözleriyle beni takip ediyordu.
Tabutun kapağını kapatıp, zorlanarak da olsa dükkanın arka çıkışında duran kamyonetime tabutu yerleştirdim. Onunla olacaktım, sonsuza kadar. Ama bir iz kalmamalıydı. O adamlar, geri gelebilirlerdi, verdiğim para yetmeyebilirdi, onu benden geri almak isterlerse tek başıma yapabileceğim hiç birşey yoktu.
O gece hiç uyumadan gün doğana kadar onu izledim.
Ertesi sabah dükkanımı ateşe verdim. Asker künyemi içeride bıraktım. Yangın bütün binayı kapladı. Benimle birlikte binada yaşayan 7 kişi ve 4 çocukta feci şekilde yanarak can verdi.
Dükkana
kurdurduğum alarmlarında dedikleri kadar hassas olmadığını o gün öğrenmiş
oldum.
Sebebini
çözemedikleri her yangına elektirik kaçağı dediklerini de.
Ve şu anda ölü bir adam ile ölmek üzere olan bir denizkızı aynı odadaydık. Ben onun için kendimi öldürmüştüm, onunsa beslenmesi gerekiyordu.
Ve şu anda ölü bir adam ile ölmek üzere olan bir denizkızı aynı odadaydık. Ben onun için kendimi öldürmüştüm, onunsa beslenmesi gerekiyordu.
Cam
küvezin yanında yatağıma oturmuş, günlerdir, belki de haftalardır yaptığım gibi
onu izliyordum.
Bir melodi duydum.
Son nefesiyle, bana sesleniyordu.
Cam küvezin yanında oturmuş, günlerdir, belki de haftalardır yaptığım gibi onu izliyordum ve ilk defa sesini duydum.
Beni yanına çağrıyordu. Bilmediğim bir dilde, bilmediğim ezgilerle söylediği bir ilahi ile.
Nakarat şöyleydi:
Kendini beslediğin şeyle, kendinle besle beni.
Bir melodi duydum.
Son nefesiyle, bana sesleniyordu.
Cam küvezin yanında oturmuş, günlerdir, belki de haftalardır yaptığım gibi onu izliyordum ve ilk defa sesini duydum.
Beni yanına çağrıyordu. Bilmediğim bir dilde, bilmediğim ezgilerle söylediği bir ilahi ile.
Nakarat şöyleydi:
Kendini beslediğin şeyle, kendinle besle beni.
Elbise
dolabımın çekmecelerini karıştırmaya başladım, sol kolumun yerinde olduğu
zamanlarda öldürdüğüm insanlardan hatıralar almak için kullandığım bıçağımı
aldım. Paslanmıştı ve eskisi kadar keskin olup olmadığını bilmiyordum.
Bıçağı kınından çıkarttım. Avucumun içine alıp, sıkmaya başladım. İlk kan damlası zemine düşerken, küvezinde o kadar hızlı hareket etti ki, bıçağı elimden düşürdüm.
Bıçağı kınından çıkarttım. Avucumun içine alıp, sıkmaya başladım. İlk kan damlası zemine düşerken, küvezinde o kadar hızlı hareket etti ki, bıçağı elimden düşürdüm.
Nakarat
şöyleydi:
Kendini beslediğin şeyle, kendinle besle beni.
Kendini beslediğin şeyle, kendinle besle beni.
Kanayan
avucumu küvezin içine soktuğumda, ilk defa öptü beni. Dudakları, dişleri, dili,
avucumlarımda akan kanın bir damlasını bile kaçırmamak için mücadele ediyordu.
Başım dönmeye başladı.
Kan kırmızı olmuş suyun içinden kafasını kaldırdı. Göz göze geldiğimizde, bütün yüzü kan içindeydi. Elleriyle yavaşca avucumu dudaklarından ayırdı son bir öpücük verip ve küvezin dışına bıraktı.
Doymuştu ve benim tek seferlik bir ziyafet olmamdansa sürekli bir atıştırmalık olmamı istediğini fark etmiştim.
Başım dönmeye başladı.
Kan kırmızı olmuş suyun içinden kafasını kaldırdı. Göz göze geldiğimizde, bütün yüzü kan içindeydi. Elleriyle yavaşca avucumu dudaklarından ayırdı son bir öpücük verip ve küvezin dışına bıraktı.
Doymuştu ve benim tek seferlik bir ziyafet olmamdansa sürekli bir atıştırmalık olmamı istediğini fark etmiştim.
Güzelliğini
sonsuza kadar izlemek istiyordum.
Herşeyin başı ‘empati’ idi.
Ve benim artık onu besleyebilmem için, kendimi beslemem gerekiyordu.
Bir damızlık gibi…
Herşeyin başı ‘empati’ idi.
Ve benim artık onu besleyebilmem için, kendimi beslemem gerekiyordu.
Bir damızlık gibi…
28 Haziran 2013 Cuma
Ben Bir Hikayeciyim
Ben bir hikayeciyim. Hikaye satarım. Geceleri sabahlara kadar garip ve ürpertici öyküler yazar, gündüzleri hurda karavanımla yollarda dolaşıp dinlemeye meraklı insanlara okurum. Hiçbir yere, hiçbir dine, insana, mekana, zamana ve ideaya ait değilim. Ben bir hiçim. Hikayelerimi dinlemek isterseniz buyurun şöyle oturun ve layık gördüğünüz parayı lütfen şapkamın içine koyun.
Günde 5-6 kez yıllardır ezberlediğim bu cümleleri tekrarlıyorum. Ve hayır. Bundan hiç sıkılmadım. Bu cümleleri yazdığım hikayelerden bile çok seviyorum. 68 model hurda bir karavanım var. Bana ait olan ya da benim ait olduğum tek şey. Aidiyetlerden uzaklaşmak için bile bir şeye ait olmamız gerekliliği ne acı. Aynı zamanda da komik. Yine de az çoktur bana göre. Ne kadar az şeye sahip olursak o kadar özgürüz. Materyaller, mülkler, fikirler, evler, dinler, aileler hepsi çelikten birer pranga insanoğlunun zihninde. Sahip olduğumuz, benimsediğimiz ve inandığımız kadar yokuz.
O yüzden hatırlayamadığım kadar uzun zamandır hiçbir yere gitmeyen yollardayım. Üzerimde kirlendikçe benzincilerin tuvaletlerinde yıkayıp kuruttuğum iki eski elbisem, sadece hikayelerimi okurken çıkarıp önüme koyduğum kara bir şapkam ve çıplak ayaklarımla bilinmeyene doğru gidiyorum. Bunlar dışında sahip olduğum tek şey koca bir tomar saman kağıt ve bir sürü kurşun kalem. Kurşun kalemin kağıdın üzerinde ilerlerken çıkardığı cızırtıyı ve ahşap kokusunu seviyorum. Ha bir de hem kalemlerimi açmak, hem de sözde kendimi korumak için kullandığım körelmiş, eski bir çakım var. Tüm sahip olduklarım bunlardan ibaret. O kadar ki bir cinsiyete hapsolmamak uğruna rahmimi bile aldırdım. Ama yazdığım hikayeler sayesinde kendimi koskocaman bir dünyayı avucumun içinde tutuyor gibi hissediyorum ve bu duygu gerçekten muhteşem. Dediğim gibi ben sadece bir hikayeciyim ve hikaye yazmak için kendime bile ihtiyacım yok.
Önceki gece devasa bir böceği kesip iç organlarını pişirip yaptığı sandviçi yerken aynı şekilde işlenmiş bir cinayete tanık olan bir adamla ilgili bir hikaye yazdım ve aslında bir kurgu değildi, 'adam' kısmı hariç hepsi doğruydu ve oldukça boktan bir hikayeydi. Ama dinleyicilerim bunu çok fantastik ve sıra dışı buldular ve bu sayede dün geceki hikayemi, yani kendi hikayemi bir şişe mis gibi köpek öldüren sayesinde yazabildim. Bazen hayat çok güzel olabiliyor.
Bir önceki gece yazdığım hikaye sonsuz yıllar önce, karlı bir kış gecesi bir barda tecavüze uğrayıp ölen bir tanrıçayla ilgiliydi. İnsanlar yazın ortasında ellerinde soğuk içecekler ve kumlu ayaklarıyla böyle dehşet hikayeleri dinlemeye bayılırlar. Ve bu benim zerre kadar umurumda değil. Çünkü ben yazın bu sıcağında dondurucu iklimlerde geçen vahşi, kanlı ve karanlık hikayeler yazmayı seviyorum. Kim ne derse desin, hangi dine, etiğe veya fikre sığınırsa sığınsın insanlar kanı sever. Ana rahmindeyken bile kanla beslendiğimiz içindir belki de. Çünkü kan sıcaktır, ılıktır ve tatlıdır.
Daha önce de söylemiştim di mi, ben basit bir hikayeciyim; bir saat sonra bile ne olacağını, nerede olacağını, ne yapacağını ve ne yazacağını bilmeyen ve bilmek de istemeyen. İnsanlarla tek bağım kurgularım. Ve dünya bana yazmaya değer vahşi bir hikaye sunmadığı sürece umurumda değil. Yüksek idealler, garip fikirler, sıra dışı eylemlerle onu düzeltmeye, değiştirmeye ve güzelleştirmeye çalışmam. Bence şu an olduğu vahşi, kanlı ve acımasız haliyle çok daha iyi. Ya da diğer bir deyişle ne kadar acı çekersek - ya da kötü kokarsak - o kadar iyi.
Ben bir hikayeciyim ve kendimi tanımladığım tek kelime bu. Kadın değilim, yazar değilim, yalnız değilim, seyyah değilim, ait değilim. Ben bir hiçim. Yollarda hikayeler biriktirir, onları satar, şarap alıp yeni hikayeler yazar ve sonra yine onları satarak geçinirim. Ve tüm hikayem bundan ibarettir.
Şimdi, eğer hikayemi beğendiyseniz layık gördüğünüz parayı şapkama bırakın. Yok eğer beğenmediyseniz başka bir yolda ve başka bir hikayede karşılaşmak üzere hoşçakalın...
27 Haziran 2013 Perşembe
avuç içinde ki portakalın türküsü
Dudağın kenarına yay kurulmuş
Yine kimi vuracaksın
Ve ben ne kadar gamsızım suratına baktıkça
Bundan haberin olmasa da
-Şair burada ne demek istedi-
İşte sana bir belirsiz konu başlığı daha
Sor bakalım şaire
Yada her neyse
Biliyor muymuş ne demek istediğini?
Oysa ki güzelim
Şiir
Ne demek istediğini bilmemektir
İnsan konuşur
Der ki şuram ağrıyor, karnım aç yada ölüyüm
Bu ne demek istediğini bilmektir
Oysa sen hiç duydun mu koskoca adamların
İçimde kuşlar var
Ne mutlu blues öptü bizi
Bir köprü var içimde, insanların atlamak için sıraya girdiği
Diye diye
Duymadın, görmedin elbet
Geç karşılaştık Londra'da
Yahut başka bir kentte
Cüssesi büyük adamların
Şiir olmasına izin vermezler
Reçel sürülmüş ekmek yemezler mesela onlar
Korkamazlar gecelerden
ve bir kadın gibi tatlı tatlı düş kuramazlar
Bir kadında küfretmez mesela trafikte
Yahut bir çocuk bir hayli ciddi aşkını ilan edemez
İşte bunlar hep yazısız yasaklar
Birde öpüşemez
İki kişi
Erkek yahut kadın
Sokak ortasında
Bakarlar
Bakmak ne korkunç bir eylemdir
-Şair burada ne demek istedi-
Bunu ancak sen bil
Bu şiiri yazmamak için elim titriyor
Ve ben
Bir salkım söğüte sarılır gibi
sarılıyorum sana
Yine kimi vuracaksın
Ve ben ne kadar gamsızım suratına baktıkça
Bundan haberin olmasa da
-Şair burada ne demek istedi-
İşte sana bir belirsiz konu başlığı daha
Sor bakalım şaire
Yada her neyse
Biliyor muymuş ne demek istediğini?
Oysa ki güzelim
Şiir
Ne demek istediğini bilmemektir
İnsan konuşur
Der ki şuram ağrıyor, karnım aç yada ölüyüm
Bu ne demek istediğini bilmektir
Oysa sen hiç duydun mu koskoca adamların
İçimde kuşlar var
Ne mutlu blues öptü bizi
Bir köprü var içimde, insanların atlamak için sıraya girdiği
Diye diye
Duymadın, görmedin elbet
Geç karşılaştık Londra'da
Yahut başka bir kentte
Cüssesi büyük adamların
Şiir olmasına izin vermezler
Reçel sürülmüş ekmek yemezler mesela onlar
Korkamazlar gecelerden
ve bir kadın gibi tatlı tatlı düş kuramazlar
Bir kadında küfretmez mesela trafikte
Yahut bir çocuk bir hayli ciddi aşkını ilan edemez
İşte bunlar hep yazısız yasaklar
Birde öpüşemez
İki kişi
Erkek yahut kadın
Sokak ortasında
Bakarlar
Bakmak ne korkunç bir eylemdir
-Şair burada ne demek istedi-
Bunu ancak sen bil
Bu şiiri yazmamak için elim titriyor
Ve ben
Bir salkım söğüte sarılır gibi
sarılıyorum sana
23 Haziran 2013 Pazar
fi dönemi mektubu
Tanrı dedi ki
Tüm çiçekler güzel olmalı
ve Azrail elini kana batırdı
Bir uçurum koydular dünyanın sonuna
Bir düşüş yoktu aslında
Bir kadının kasıklarında
Bir tabela koydular
Ve bir dağı dünyanın uç noktası olduğuna inandırdılar
Bir ağacı üç noktasından mühürleyip
Bulutlara konuşmayı yasak ettiler
Tanrı dedi ki
Tüm çiçekler güzel olmalı
ve Azrail kitabı araladı
***
Tüm çiçekler güzel olmalı
ve Azrail elini kana batırdı
Bir uçurum koydular dünyanın sonuna
Bir düşüş yoktu aslında
Bir kadının kasıklarında
Bir tabela koydular
Ve bir dağı dünyanın uç noktası olduğuna inandırdılar
Bir ağacı üç noktasından mühürleyip
Bulutlara konuşmayı yasak ettiler
Tanrı dedi ki
Tüm çiçekler güzel olmalı
ve Azrail kitabı araladı
***
Türkçe karakterler kahvesi
Sıradan bir gündü, hüzün ile yıkanmış adamlar doluştuk içeri
İçeride bir demet tiyatro hüznü
Ölü bir gündü
ama bir türlü gömülemiyordu
Çaresizdik
Üçe çeyrek kala vurdular Söğütözünü
Ben dedim
Kadir’in yakasına yapışıp
Bağırdım
Hareket etme sakın
Ben dedim
Öldürme bir gecekonduyu
Radyoda “hatasız kul olmaz” diyordu Orhan Gencebay
Ve onlarca adam ufacık defterine düşlerini sığdıran ilk okul çocukları gibi
Yazıyorduk kendi kutsal kitabımızı
İlk ders
İncitme
***
İçeride bir demet tiyatro hüznü
Ölü bir gündü
ama bir türlü gömülemiyordu
Çaresizdik
Üçe çeyrek kala vurdular Söğütözünü
Ben dedim
Kadir’in yakasına yapışıp
Bağırdım
Hareket etme sakın
Ben dedim
Öldürme bir gecekonduyu
Radyoda “hatasız kul olmaz” diyordu Orhan Gencebay
Ve onlarca adam ufacık defterine düşlerini sığdıran ilk okul çocukları gibi
Yazıyorduk kendi kutsal kitabımızı
İlk ders
İncitme
***
21 Haziran 2013 Cuma
Eksen Eğikliği: 6 Ay Gece
Eksen
eğildi.
Bir gecede milyonlarca yıllık dünyanın ekseni eğildi.
Yaşadığım ülke karanlıkta kaldı.
Hiç birimiz ne yapacağımızı bilemedik önce. Telaşla öfkeyle, korkarak sarı lamba ışıklarının, floransanların, titrek mum ışıklarının aydınlattığı odalarda konu hakkında tartışıldı.
Jeopolitik konumuzun değişmesi yüzünden önemimizi yitireceğimizi düşünenler oldu. Allah’ın kudreti diyenler oldu. Amerikan - İsrail ortak yapımı bir oyun dendi.
Bir gecede milyonlarca yıllık dünyanın ekseni eğildi.
Yaşadığım ülke karanlıkta kaldı.
Hiç birimiz ne yapacağımızı bilemedik önce. Telaşla öfkeyle, korkarak sarı lamba ışıklarının, floransanların, titrek mum ışıklarının aydınlattığı odalarda konu hakkında tartışıldı.
Jeopolitik konumuzun değişmesi yüzünden önemimizi yitireceğimizi düşünenler oldu. Allah’ın kudreti diyenler oldu. Amerikan - İsrail ortak yapımı bir oyun dendi.
Ben, hiç bir
şey demedim.
Devlet, konuyla ilgili hemen bir koordinasyon merkezi oluşturdu.
Devlet, konuyla ilgili hemen bir koordinasyon merkezi oluşturdu.
Sonra yerli
bilim ve din insanları, sorunu çözemeyince dünyadan yardım istediler. Araştırma
yapmak için dünyanın en başarılı bilim ve din insanlarından kurulu bir ekip
geldi.
3 ay geçti.
Büyük kavgalar oldu. Bir atom bilimci, Macar bir hahamın kafasında sandalye
kırdı. Uyuyakalan Papa’nın asasını çalan bir din bilimci, İsviçreli Muhafızlar
Kıtası tarafından yakalanınca linçten zor kurtuldu. Bir Pagan şamanı, aşık
olduğu jeolog için voodoo büyüsü yaparken kaldığı otel odasında yangın
çıkarttı.
Çıkan
yangından 2 hafta sonra bir karar verildi. Kararı Diyanet İşleri Başkanı ile
Stephen Hawking birlikte açıkladılar. Papa, asası çalınınca ülkeyi terk etmişti.
Karar: Eksen
eğilmişti.
Sebep: Bir yere kadar Allah’ın takdiri, bir yerden sonra uzun bilimsel açıklamalardan ibaretti.
Sebep: Bir yere kadar Allah’ın takdiri, bir yerden sonra uzun bilimsel açıklamalardan ibaretti.
Ve artık 6
ay gece, 6 ay ise gündüzü yaşayacaktık.
Şaşırdık.
Bunu yaşayan başka ülkelerde vardı dediler. Ama bir anda olması acayipmiş,
onunda üstünde çalışıyorlarmış.
Duruma
alışmamız için tüm bunlar yaşanmadan önce şu yaşadığımız durumu yaşayan
ülkelerden insanlar davet edildi. Bize yaşam koçluğu yapacaklardı.
Evlerimizi
bu duruma göre nasıl dekore etmemiz gerektiğine dair bir kitap yazdı gelen bir
İsveçli. Yaratıcı fikirlerinden dolayı hükümet tarafından Karanlık Ayları
Kontrol Başkanlığı kurdurulup, başına geçirildi.
Sürekli gece olduğu için gündelik işlerimizi yapmanın pratik 5 yolunun tarifi ile ilgili bir kurs programı hazırlayan Greenland’li, devletten gelen iş tekliflerini kabul etmeyip, özel sektörde kalmayı tercih etti ve garajını en iyi arabalarla doldurdu.
Geçicek dendi. Ne kadar zor olabilirdi ki…
Sürekli gece olduğu için gündelik işlerimizi yapmanın pratik 5 yolunun tarifi ile ilgili bir kurs programı hazırlayan Greenland’li, devletten gelen iş tekliflerini kabul etmeyip, özel sektörde kalmayı tercih etti ve garajını en iyi arabalarla doldurdu.
Geçicek dendi. Ne kadar zor olabilirdi ki…
Niktofobisi
olan insanlar intihar etmeye başladı.
Geçicek dendi. Ne kadar zor olabilirdi ki…
Geçicek dendi. Ne kadar zor olabilirdi ki…
Ağaçlar
güneş ışıksız kaldı. Eldeki ultraviolet lamba stokları yok denecek kadar
sınırlıydı. Onu da zaten zenginler kendi çocuklarının gelişimlerinin doğru
devam etmesi için alıp evlerine taktırmışlardı.
Araştırmalarını
sürdüren Stephen Hawking ile ülkemizin ünlü medyatik güzellerinden biri
arasında aşk haberi çıktı. Magazin dünyası bu haber ile çalkalandı.
Ben ise zorlansam da işe gidiyor, evdeki tüm vakitlerimde de uyuyordum. En önemli ve en zor bulunan şey aydınlatma ürünleriydi. Fabrikalar stok yetiştiremiyor, bu da fiyatlara yansıyordu. O yüzden bir süre sonra gazyağı kullanmaya başladım. Gazyağının kokusu ilk başlarda midemi bulandırsa da artık alışmıştım.
Ben ise zorlansam da işe gidiyor, evdeki tüm vakitlerimde de uyuyordum. En önemli ve en zor bulunan şey aydınlatma ürünleriydi. Fabrikalar stok yetiştiremiyor, bu da fiyatlara yansıyordu. O yüzden bir süre sonra gazyağı kullanmaya başladım. Gazyağının kokusu ilk başlarda midemi bulandırsa da artık alışmıştım.
5 ay 29
gündür dünyanın ekseni eğikti.
1 gün sonra güneş doğacaktı.
1 gün sonra güneş doğacaktı.
Güneşin
doğuşunun en güzel, daha önce kimsenin adını duymadığı, şehirlerarası otobanın
kenarındaki bir köyden izlenebileceğine dair bir haber çıktı, önceden ‘sabah
postası’, ‘gündüz neşesi’ gibi isimleri varken şimdi geceye dair isimler taşıyan
gazete ve dergilerde.
İnsanlar
hemen rezervasyonlarını yaptırdılar güneşin doğuşunu en güzel yerden izlemek
için. Güneşin doğacağı sabahın gecesi köye sadece rezervasyonu olanlar
alınıyordu.
Ben o gece
yalnızca artık geceden korunmak için kapattığım yatak odamın perdelerini açmış,
uzandığım yataktan dışarıya bakıyordum.
Açıklanan
imsak saati 06:47.
O gün toplam kayan yıldız sayısı 34.
O gün toplam kayan yıldız sayısı 34.
Benim 5 ay
29 gün boyunca gökyüzünde gördüğüm casus uydu sayısı ise 13.
Saat, 06:46.
Köy camisinin megafonunun mandalına dokunan imamın nefesi duyuldu köyün içine
dağılmış hoparlörlerde..
Herkes
ellerini havaya kaldırdı.
Köy
camisinin imamı yanında duran ılık sudan büyük bir yudum alıp, boğazını
yumuşattı.
Geri sayım
başladı.
10.9.8.7.6.5.4.3.2.1.0
Alkışlar,
çığlıklar, ıslıklar eşliğinde köy imamı ezana başladı.
Ezan bitti.
Alkışlar, çığlıklar, ıslıklar devam etti.
Herkesin
yüreği, ruhu ve en önemlisi karanlık yüzünden artık bir kedininki kadar keskin
gözleri ufuk çizgisindeydi.
07:03. Ufuk
çizgisi kızarmaya başladı.
Herkes
yanındakine sarılıyor, gülüyor, ağlıyordu.
Köyden canlı yayın yapan bir kadın muhabir şöyle geçti anonsunu: ‘-Evet, şu anda burada insana dair bütün duygular sel oldu akıyor adeta’.
Köyden canlı yayın yapan bir kadın muhabir şöyle geçti anonsunu: ‘-Evet, şu anda burada insana dair bütün duygular sel oldu akıyor adeta’.
07:10. Ufuk
çizgisi kıpkırmızıydı.
Devlet
tarafından hazırlanmış olan havai fişek gösterisi başladı. O özel şafak vakti
için yüzlerce havai fişek hazırlanmıştı. Havai fişek ne kadar karanlıkta
olsak da medeniyetin simgesiydi. Sırayla atılan fişekler gökyüzünde görsel bir
şölen yaratırken, yapılan açıklamada kullanılan fişeklerin kuşlara hiç bir zarar
vermediği söylenmişti. Zaten etraftada hiç kuş yoktu.
Atılan
fişeklerden gökyüzü özlenen gündüz gibi aydınlıktı. Köydeki insanlar çılgınlar
gibi eğlenirken, evlerinde kalanlar böyle bir şöleni kaçırdıkları için
üzgündüler.
07:30. Havai
fişek gösterisi bitti.
İnsanlar
tekrar ufuk çizgisine döndüler. Güneş, titrek vaziyette gökyüzünde kalmaya
çalışıyordu. İnsanlar hep bir ağızdan güneşi gaza getirmek için bağırıyordu.
07:47. Güneş
göründü. Ama sadece 1 saatliğine.
Dayanamadı.
Olmadı. Titrek ışıkları söndü. Birileri tarafında bacaklarından aşağıya
çekildi. Hem de 1 dakika gibi bir sürede.
07.49. Köy
halkı ve köye dışarıdan gelenler arasında çatışma başladı. Turistler
kendilerinin ticari bir komploya kurban gittiğini söylüyorlardı barikat
kurarken, elindeki çapa ile turistlerin üzerine koşan köy muhtarının aklında
ise ahırdaki hayvanlarını kurtarmaktan başka bir şey yoktu.
07.51.
Yaklaşık 2 saat sonra başlayacak bir işim olduğu için – Greenland’li hocadan aldığımız
eğitimler sayesinde artık eski formumuzda çalışabiliyorduk- yatak odamın
perdesini kapatıp, biraz uyumaya karar verdim.
6.ayın ilk sabahında ülkede şimdiye kadar yaşanmış en büyük iç çatışmalardan biri olmuştu. Devlet olayların içinde kendi olmadığı için rakamları açıkladı. Binlerce kişi ölmüş, yüzlerce dönümlü ekili arazi ateşe verilmiş, ağırlıklı büyükbaş olmak üzere bir sürü hayvan telef olmuştu.
6.ayın ilk sabahında ülkede şimdiye kadar yaşanmış en büyük iç çatışmalardan biri olmuştu. Devlet olayların içinde kendi olmadığı için rakamları açıkladı. Binlerce kişi ölmüş, yüzlerce dönümlü ekili arazi ateşe verilmiş, ağırlıklı büyükbaş olmak üzere bir sürü hayvan telef olmuştu.
6.ayın ilk
sabahında Diyanet İşleri Başkanı bu sefer tek başına bir açıklama yaptı.
Yapılan araştırmalarda varılan sonuçlarda sapmalar olduğunu söyledi. Güneşsiz
geçen bu zor günlerde hepimizi birlik ve beraberliğe davet etti, ölenlere
rahmet, yakınlarına başsağlığı dileyerek konuşmasını bitirdi.
18 Haziran 2013 Salı
k.da son tango
Sıkıntımı hikâye etmeyeceğim adamım. Ellerim tutmuyor sıkıntımdan. Bunları sana anlatmayacağım. Gözlerinin ve ayaklarının ne kadar çirkin olduğunu anlatacağım sana. Ne kadar kötü koktuğunu söyleyeceğim. Burnumu sızlatan o yoğun erkek kokusundan bahsedeceğim. Bir böcek olsam ağzına girmek istemezdim. Keşke bir böcek olsaydım. Ağzında yok oldum. Dişlerinin arasında dolaştım; öyle pisti ki. Anlattıkça dişlerinden diline dilinden boğazına ilerliyorum. Korkarım ki dilimle dilini koparmak, gırtlağından akan kanlarla seni boğmak istiyorum. ve bunu yapamadığımı fark edince göğsünü hatırlıyorum. göğsün... öyle hızlı inip kalkıyordu ki Allah olsan dokunmazdım. Keşke Allah olsaydın. Hele içini çekip bana baktığında yattığım yerde derin bir çukur oluşuyordu. Ben çukurdayken üstümü örtmeliydin. Çünkü gözlerini gözlerimden çekmiyorsan üstümü örtmelisin. Çukurda ve sebdeb uzak kalırım böylece. Beni iyi dinle. Öğrettiklerimi öğren.
Ve hayır, sana hiçbir şeyi hikâye etmeyeceğim. K'den ne kadar tiksinidiğimi anlatacağım. Evet adamım, ben hikâyelerimi dişleri temiz, ayakları güzel ve hatta çoğunlukla tüysüz insanlara anlatırım. Lanet olası bir adamdan kalma kötü bir alışkanlık bu. Temizlere anlatılacak hikâyeleri o öğretmişti bana. Gece yataklarımızda temiz insanlar görmek için... Çok irkindi, yatağında temiz kadınlar...
K. evet, sana K'den bahsedeceğim. Her sokağında kustuğumu biliyor muydun? Bir seferinde kaşımı patlatmıştım kustuktan sonra ağzımın içini öpen bir adam yüzünden. Kanlı, irinli, kusturan hardcore hikâyeler anlatabilirim elbette. Bunlar temiz insanlar için değildir. Kusmuştum ve adam ağzımdan öpmüştü o halde. K' nin sokakları o pis insanlarla doluydu adamım. K' de sabaha kadar sokak köpekleriyle yatmıştım. K' nin sokakları o pis adamları seven sokak köpekleriyle doluydu adamım.
K'nin bütün sokaklarında pantalonlardan ayakkabılara sızan dışkı izleri vardır. O pis kokudan ölmüşümdür. Her sokağında cesedim vardır.
K'den nefret ediyorum adamım. İki sene evvel oradan kaçmıştım. Oradan kaçıp geldiğim ilk günü hi unutmuyorum. Alkol kokusu... Yoktu. Temizdi. Zeki Demirkubuz okkalı bir tokat atmıştı yüzüme. Siktiğimin temiz şehri allahımı şaşırtıyordu. -Bunları hikâye edeceğim adamım, affet.- Allahım şaşmıştı. Varda ve yokta yalnız kalmıştım lan. K'de hiçkimseye, hiçbir kokuşmuş mahluğa tahammülüm yoktu. O siktiğimin şehrinde de duramıyordum. Beterin beteri varmış adamım. Kadınların asla sarhoş olamayacağı bir şehre gittim. Oradan kaçıp. Allah oraya, S.'ye gittiğim için beni bir daha affetmesin. Sarhoş olamayacağım bir şehirde, K'nin bütün pislikleri üzerimde... Anlatmayacağım.
Geçen hafta seni K.'ye çağırdım. K'nin hiçir sokağında seninle yürümemiştim daha evvel. Kafama tüküreyim. Nasıl da pistin. Pislikten geçilmiyordun ve çok çirkindin. K'de seninle raks ederken...
Şimdi ben ne yapacağım? Gün yüzü görmeyeyim.
KozmosKumpanyası
Ve hayır, sana hiçbir şeyi hikâye etmeyeceğim. K'den ne kadar tiksinidiğimi anlatacağım. Evet adamım, ben hikâyelerimi dişleri temiz, ayakları güzel ve hatta çoğunlukla tüysüz insanlara anlatırım. Lanet olası bir adamdan kalma kötü bir alışkanlık bu. Temizlere anlatılacak hikâyeleri o öğretmişti bana. Gece yataklarımızda temiz insanlar görmek için... Çok irkindi, yatağında temiz kadınlar...
K. evet, sana K'den bahsedeceğim. Her sokağında kustuğumu biliyor muydun? Bir seferinde kaşımı patlatmıştım kustuktan sonra ağzımın içini öpen bir adam yüzünden. Kanlı, irinli, kusturan hardcore hikâyeler anlatabilirim elbette. Bunlar temiz insanlar için değildir. Kusmuştum ve adam ağzımdan öpmüştü o halde. K' nin sokakları o pis insanlarla doluydu adamım. K' de sabaha kadar sokak köpekleriyle yatmıştım. K' nin sokakları o pis adamları seven sokak köpekleriyle doluydu adamım.
K'nin bütün sokaklarında pantalonlardan ayakkabılara sızan dışkı izleri vardır. O pis kokudan ölmüşümdür. Her sokağında cesedim vardır.
K'den nefret ediyorum adamım. İki sene evvel oradan kaçmıştım. Oradan kaçıp geldiğim ilk günü hi unutmuyorum. Alkol kokusu... Yoktu. Temizdi. Zeki Demirkubuz okkalı bir tokat atmıştı yüzüme. Siktiğimin temiz şehri allahımı şaşırtıyordu. -Bunları hikâye edeceğim adamım, affet.- Allahım şaşmıştı. Varda ve yokta yalnız kalmıştım lan. K'de hiçkimseye, hiçbir kokuşmuş mahluğa tahammülüm yoktu. O siktiğimin şehrinde de duramıyordum. Beterin beteri varmış adamım. Kadınların asla sarhoş olamayacağı bir şehre gittim. Oradan kaçıp. Allah oraya, S.'ye gittiğim için beni bir daha affetmesin. Sarhoş olamayacağım bir şehirde, K'nin bütün pislikleri üzerimde... Anlatmayacağım.
Geçen hafta seni K.'ye çağırdım. K'nin hiçir sokağında seninle yürümemiştim daha evvel. Kafama tüküreyim. Nasıl da pistin. Pislikten geçilmiyordun ve çok çirkindin. K'de seninle raks ederken...
Şimdi ben ne yapacağım? Gün yüzü görmeyeyim.
KozmosKumpanyası
17 Haziran 2013 Pazartesi
Sonra Shakespeare Dönüp Bana Dedi Ki...
Tek başıma, her şeyi
binlerce kilometre uzaklara bırakıp arkama bakmadan kaçtığım o yaz adamın biri
Leicester Meydanında başıma bir silah dayadı. Okul, aile, aşk, sistem,
hayaller, ideolojiler, vs. gibi saçmalıklarla uğraşmaktan gına gelip deliler
gibi yazdığım, ama sadece yazdığım zamanlardı. Londra’nın yakınlarında küçük
bir kasabada boktan, yıkık dökük bir pansiyon, geçici bir iş, tek gidiş uçak
bileti ve bol boş zaman ayarlamıştım. Sırt çantamı ve cüzdanımı alıp bir gece
yarısı yola çıktım.
Ve işte bu kadar kolay
oldu her şey. Ve aslında gitmek çok basittir. Buna derin anlamlar, gizemli manalar
yüklemeye gerek yok. Sadece uçağa, trene, otobüse binip gidiyorsun işte. O kadar.
Duygusal cümleler uydurup kendini ulaşılmaz havalarına sokup cesuru oynamak çok
aptalca. Gitmek korkaklıktır çünkü ve ben bunu çok iyi bilecek kadar çok
gittim.
Bir süre köpek
gezdirmekten, kahve servis etmekten ve bulaşık
yıkamaktan arta kalan zamanlarda sokaklarda aylak aylak dolaştım. Evim
sırtımdaydı. Zaten sahip olduğum tek şey sırt çantamdı. Kafama göre, istediğim
yerde, yollarda, parklarda, banklarda, çimlerde oturup yazıyordum, içiyordum,
kendi kendime konuşuyordum. Hayat çok güzeldi ve her şey tam da istediğim
gibiydi. Her şeyin tam da istediğiniz gibi olduğu zamanlar çok boktandır
aslında çünkü kaybedeceğiniz çok şey vardır. Ama bu o zamanlar çok da umurumda
değildi.
Geceleri Leicester
Meydanı’nda takılıyordum. Nedense o küçük, basit meydanı Londra’nın diğer bütün
şatafatlı, devasa ve görgüsüz meydanlarından daha çok seviyordum. Ucuz bir şişe
şarap alıyor, meydanın yanındaki parkta oturuyor ve yazmaktan sıkılana kadar
yazıyordum. Son treni yakalayıp pansiyona dönüyor, ertesi gün öğlene kadar
bulaşık yıkayıp, garsonluk yapıp, köpek gezdirip yeterince şarap ve doyacak
kadar yemek parası kazandıktan sonra yine meydana geri dönüyordum. Dediğim gibi
hayat gerçekten de çok güzeldi ve tek bir şeyi bile sorgulamadan sonsuza dek bu
şekilde yaşayabilirdim. İhtiyacım olan tek şey kalem, kağıt, şarap ve zamandı
ve hepsi de bende fazlasıyla vardı.
Meydanda bir
Shakespeare heykeli vardı. ‘Böyle Shakespeare mi olur lan?’ dedirtecek kadar
kötü bir heykeldi. Sağ elini çenesine dayayan Shakespeare diğer eliyle
‘Karanlık yok ama cehalet var’ yazılı mermer bir kağıdı gösteriyordu ve bu anlamsız
görüntü bana adamın solak olduğundan başka hiçbir şey ifade etmiyordu. Ancak
onun tam altındaki, başında tüylü kırmızı şapkası, altında siyah dar pantolonu,
sırtında siyah pelerini ve elinde kırmızı güllerle ki güller midemi bulandırır;
özellikle kırmızı olanlar, bütün gün garip bir ortaçağ İngilizcesiyle
Shakespeare’den soneler okuyan orta yaşlı adam Shakespeare’e on basardı. Durup
dinleyenlere de elindeki güllerden veriyordu ve sırf bu yüzden etrafında birkaç
tur atıyor, yürüyerek onu biraz dinledikten sonra az ilerde parkın köşesinde
istisnasız her gece esrar çeken hırpani evsizlerin az ilerisindeki ağacın
altına oturup boktan öyküler yazıyordum. Evet. Hayat o günlerde gerçekten de
çok güzeldi.
Bir gece treni
kaçırdım. Her zaman içtiğimden bir şişe fazla şarap içmiştim ve yazmaya
çalıştığım berbat öyküden, dolayısıyla da kendimden nefret etmiştim. Böylece,
zaten hayatta hiçbir zaman saatim olmadığından zaman kavramımı kolayca yitirdim
ve istasyona vardığımda tren çoktan gitmişti. Böyle durumlarda bir katilin
soğukkanlılığını taşırım. Bir sonraki trenin saatine baktım. Sabah 6.50. Londra’da,
sokakta geçirmem gereken neredeyse 5 saat ve cebimde sadece 30 pound vardı.
İstasyondan çıktığım anda aklıma Leicester Meydanında, parkın kenarında takılan
evsizler geldi. En iyisi oraya gitmekti. Zaten o meydan benim de evimdi ve bana
göre bir yeri eviniz gibi hissetmeniz için çatıya, duvarlara ve uyduruk
eşyalara ihtiyacınız yoktur. Dahası, bütün gün onların yanı başında
oturduğumdan seslerini, adlarını, hikayelerinin ayrıntılarını biliyordum ve
gidip onlarla biraz daha şarap - ve belki de- cigaralık içebilir, sohbet edip
eğlenceli bir gece geçirebilirdim.
Altıncı sigaramı söndürdüğüm
anda meydana varmıştım ve takım tam tekmil eksiksiz hatta fazlasıyla oradaydı
çünkü yanlarında pelerinli Shakespeare de vardı. Bu sefer elinde güller yoktu
ve bu gerçekten de içimi rahatlatmıştı. Dört kişi yuvarlak halde benim ağacımın
altına oturmuş ellerindeki cigarayı döndürüp sohbet ediyorlardı. Önce az
ileride içki satan dükkâna girdim ve sabahki tren biletimin parasını ayırıp iki şişe ucuz şarap ve biraz tütün aldım. Sonra yanlarına yürüdüm, hiçbir şey
demeden şarapları ortaya koydum, Shakespeare’in yanına bağdaş kurup oturdum,
sigara kağıdımı ve tütünümü çıkarıp sarmaya başladım. Ben sigaramı sarmayı
bitirip yakana kadar hiçbiri tek kelime bile etmedi. Ve sonra Shakespeare bana
dönüp dedi ki;
'Bir erkeğe yaraşan her şeyi göze alırım; ama daha fazlasını göze almak erkeklik değildir.' Sonra elini uzatıp gözüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına koydu ve başını hafifçe yana eğip hayranlıkla yüzüme bakmaya başladı. O an sanki zaman durmuştu. Çok klişe ve boktan bir tabir belki ama gerçekten de öyleydi. Hiçbiri nefes bile almıyordu ve sanki ben uzaydan, denizaltından ya da ıssız bir adadan gelen acayip bir varlıkmışım gibi tuhaf gözlerle beni inceliyorlardı.
Hepsine tek tek bakıp ‘Macbeth.’ dedim omuzlarımı silkerek. ‘Boş verin. Hayat gelip geçen bir gölgedir. Hadi
şarap içelim.’ Sonra o çocuksu, şaşkın hallerine bakıp gülümsedim, ortaya
koyduğum şaraplardan birini aldım, çantamdan çıkardığım kurşun kalemle mantarını
içeri iterek açtım, bir yudum içtim ve Shakespeare’e uzattım.
İkinci şişe şarap biterken, cigara bilmem kaçıncı kez ortada dönerken ve
biz kahkahalarla birbirimizin yaptığı boktan esprilere gülerken çevremizde aniden
tuhaf gölgeler belirmeye başladı. Birileri ağaçların arasında dolanıyor,
mırıldanıyordu. Ama hiçbiri bunun farkında değildi sanırım çünkü kahkahaları
kesilmemişti. Etrafa bakmak için tedirginlikle, birden ayağa kalktığım anda
boğazımda bir kol ve şakağımda soğuk bir namlu hissettim. Gözlerimi kapatıp derin
bir nefes aldım. Nasıl oldu bilmiyorum ama bir buzdağı kadar soğukkanlıydım.
Sessizliğin içinde serin bir rüzgar esiyor, yapraklar hışırdıyor, boğazımı
sıkan adamın nefesi ucuz bira kokuyordu. Ama bunların hiçbiri umurumda değildi çünkü
benim gördüğüm tek şey Shakespeare’in dehşetle parlayan kocaman, siyah
gözleriydi.
O an, birden, delicesine cesaretimi topladım. Şakağımdaki namlu
sallanıyordu. Adamın eli titriyordu ve bu benim için yeterliydi. Korkmak yerine
öfkelenmiştim. Hem de önüme çıkan herkesi gözümü kırpmadan öldürecek kadar. Dişlerimi sıkıp
adamın boğazıma dolanan koluna tırnaklarımı geçirdim, gırtlağından hırıltıyla gelen bir
‘aah’ nidasıyla kolunu gevşettiği anda kurtulup arkamı döndüm ve bacaklarının
arasına okkalı bir tekme savurduktan sonra silahı tutan eline var gücümle vurdum. Adam yerde
iki büklüm kıvranırken eğilip yerden silahı aldım. Buz gibiydi. Adamın korkudan
terlemiş alnına dayayıp yalvarmaları eşliğinde bildiğim en iğrenç küfürleri
sıraladıktan sonra silahı sırt çantama attım ve gittim.
İşte her şey aslında bu kadar basitti. Ve hayat o günlerde gerçekten de güzeldi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)