Tek başıma, her şeyi
binlerce kilometre uzaklara bırakıp arkama bakmadan kaçtığım o yaz adamın biri
Leicester Meydanında başıma bir silah dayadı. Okul, aile, aşk, sistem,
hayaller, ideolojiler, vs. gibi saçmalıklarla uğraşmaktan gına gelip deliler
gibi yazdığım, ama sadece yazdığım zamanlardı. Londra’nın yakınlarında küçük
bir kasabada boktan, yıkık dökük bir pansiyon, geçici bir iş, tek gidiş uçak
bileti ve bol boş zaman ayarlamıştım. Sırt çantamı ve cüzdanımı alıp bir gece
yarısı yola çıktım.
Ve işte bu kadar kolay
oldu her şey. Ve aslında gitmek çok basittir. Buna derin anlamlar, gizemli manalar
yüklemeye gerek yok. Sadece uçağa, trene, otobüse binip gidiyorsun işte. O kadar.
Duygusal cümleler uydurup kendini ulaşılmaz havalarına sokup cesuru oynamak çok
aptalca. Gitmek korkaklıktır çünkü ve ben bunu çok iyi bilecek kadar çok
gittim.
Bir süre köpek
gezdirmekten, kahve servis etmekten ve bulaşık
yıkamaktan arta kalan zamanlarda sokaklarda aylak aylak dolaştım. Evim
sırtımdaydı. Zaten sahip olduğum tek şey sırt çantamdı. Kafama göre, istediğim
yerde, yollarda, parklarda, banklarda, çimlerde oturup yazıyordum, içiyordum,
kendi kendime konuşuyordum. Hayat çok güzeldi ve her şey tam da istediğim
gibiydi. Her şeyin tam da istediğiniz gibi olduğu zamanlar çok boktandır
aslında çünkü kaybedeceğiniz çok şey vardır. Ama bu o zamanlar çok da umurumda
değildi.
Geceleri Leicester
Meydanı’nda takılıyordum. Nedense o küçük, basit meydanı Londra’nın diğer bütün
şatafatlı, devasa ve görgüsüz meydanlarından daha çok seviyordum. Ucuz bir şişe
şarap alıyor, meydanın yanındaki parkta oturuyor ve yazmaktan sıkılana kadar
yazıyordum. Son treni yakalayıp pansiyona dönüyor, ertesi gün öğlene kadar
bulaşık yıkayıp, garsonluk yapıp, köpek gezdirip yeterince şarap ve doyacak
kadar yemek parası kazandıktan sonra yine meydana geri dönüyordum. Dediğim gibi
hayat gerçekten de çok güzeldi ve tek bir şeyi bile sorgulamadan sonsuza dek bu
şekilde yaşayabilirdim. İhtiyacım olan tek şey kalem, kağıt, şarap ve zamandı
ve hepsi de bende fazlasıyla vardı.
Meydanda bir
Shakespeare heykeli vardı. ‘Böyle Shakespeare mi olur lan?’ dedirtecek kadar
kötü bir heykeldi. Sağ elini çenesine dayayan Shakespeare diğer eliyle
‘Karanlık yok ama cehalet var’ yazılı mermer bir kağıdı gösteriyordu ve bu anlamsız
görüntü bana adamın solak olduğundan başka hiçbir şey ifade etmiyordu. Ancak
onun tam altındaki, başında tüylü kırmızı şapkası, altında siyah dar pantolonu,
sırtında siyah pelerini ve elinde kırmızı güllerle ki güller midemi bulandırır;
özellikle kırmızı olanlar, bütün gün garip bir ortaçağ İngilizcesiyle
Shakespeare’den soneler okuyan orta yaşlı adam Shakespeare’e on basardı. Durup
dinleyenlere de elindeki güllerden veriyordu ve sırf bu yüzden etrafında birkaç
tur atıyor, yürüyerek onu biraz dinledikten sonra az ilerde parkın köşesinde
istisnasız her gece esrar çeken hırpani evsizlerin az ilerisindeki ağacın
altına oturup boktan öyküler yazıyordum. Evet. Hayat o günlerde gerçekten de
çok güzeldi.
Bir gece treni
kaçırdım. Her zaman içtiğimden bir şişe fazla şarap içmiştim ve yazmaya
çalıştığım berbat öyküden, dolayısıyla da kendimden nefret etmiştim. Böylece,
zaten hayatta hiçbir zaman saatim olmadığından zaman kavramımı kolayca yitirdim
ve istasyona vardığımda tren çoktan gitmişti. Böyle durumlarda bir katilin
soğukkanlılığını taşırım. Bir sonraki trenin saatine baktım. Sabah 6.50. Londra’da,
sokakta geçirmem gereken neredeyse 5 saat ve cebimde sadece 30 pound vardı.
İstasyondan çıktığım anda aklıma Leicester Meydanında, parkın kenarında takılan
evsizler geldi. En iyisi oraya gitmekti. Zaten o meydan benim de evimdi ve bana
göre bir yeri eviniz gibi hissetmeniz için çatıya, duvarlara ve uyduruk
eşyalara ihtiyacınız yoktur. Dahası, bütün gün onların yanı başında
oturduğumdan seslerini, adlarını, hikayelerinin ayrıntılarını biliyordum ve
gidip onlarla biraz daha şarap - ve belki de- cigaralık içebilir, sohbet edip
eğlenceli bir gece geçirebilirdim.
Altıncı sigaramı söndürdüğüm
anda meydana varmıştım ve takım tam tekmil eksiksiz hatta fazlasıyla oradaydı
çünkü yanlarında pelerinli Shakespeare de vardı. Bu sefer elinde güller yoktu
ve bu gerçekten de içimi rahatlatmıştı. Dört kişi yuvarlak halde benim ağacımın
altına oturmuş ellerindeki cigarayı döndürüp sohbet ediyorlardı. Önce az
ileride içki satan dükkâna girdim ve sabahki tren biletimin parasını ayırıp iki şişe ucuz şarap ve biraz tütün aldım. Sonra yanlarına yürüdüm, hiçbir şey
demeden şarapları ortaya koydum, Shakespeare’in yanına bağdaş kurup oturdum,
sigara kağıdımı ve tütünümü çıkarıp sarmaya başladım. Ben sigaramı sarmayı
bitirip yakana kadar hiçbiri tek kelime bile etmedi. Ve sonra Shakespeare bana
dönüp dedi ki;
'Bir erkeğe yaraşan her şeyi göze alırım; ama daha fazlasını göze almak erkeklik değildir.' Sonra elini uzatıp gözüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına koydu ve başını hafifçe yana eğip hayranlıkla yüzüme bakmaya başladı. O an sanki zaman durmuştu. Çok klişe ve boktan bir tabir belki ama gerçekten de öyleydi. Hiçbiri nefes bile almıyordu ve sanki ben uzaydan, denizaltından ya da ıssız bir adadan gelen acayip bir varlıkmışım gibi tuhaf gözlerle beni inceliyorlardı.
Hepsine tek tek bakıp ‘Macbeth.’ dedim omuzlarımı silkerek. ‘Boş verin. Hayat gelip geçen bir gölgedir. Hadi
şarap içelim.’ Sonra o çocuksu, şaşkın hallerine bakıp gülümsedim, ortaya
koyduğum şaraplardan birini aldım, çantamdan çıkardığım kurşun kalemle mantarını
içeri iterek açtım, bir yudum içtim ve Shakespeare’e uzattım.
İkinci şişe şarap biterken, cigara bilmem kaçıncı kez ortada dönerken ve
biz kahkahalarla birbirimizin yaptığı boktan esprilere gülerken çevremizde aniden
tuhaf gölgeler belirmeye başladı. Birileri ağaçların arasında dolanıyor,
mırıldanıyordu. Ama hiçbiri bunun farkında değildi sanırım çünkü kahkahaları
kesilmemişti. Etrafa bakmak için tedirginlikle, birden ayağa kalktığım anda
boğazımda bir kol ve şakağımda soğuk bir namlu hissettim. Gözlerimi kapatıp derin
bir nefes aldım. Nasıl oldu bilmiyorum ama bir buzdağı kadar soğukkanlıydım.
Sessizliğin içinde serin bir rüzgar esiyor, yapraklar hışırdıyor, boğazımı
sıkan adamın nefesi ucuz bira kokuyordu. Ama bunların hiçbiri umurumda değildi çünkü
benim gördüğüm tek şey Shakespeare’in dehşetle parlayan kocaman, siyah
gözleriydi.
O an, birden, delicesine cesaretimi topladım. Şakağımdaki namlu
sallanıyordu. Adamın eli titriyordu ve bu benim için yeterliydi. Korkmak yerine
öfkelenmiştim. Hem de önüme çıkan herkesi gözümü kırpmadan öldürecek kadar. Dişlerimi sıkıp
adamın boğazıma dolanan koluna tırnaklarımı geçirdim, gırtlağından hırıltıyla gelen bir
‘aah’ nidasıyla kolunu gevşettiği anda kurtulup arkamı döndüm ve bacaklarının
arasına okkalı bir tekme savurduktan sonra silahı tutan eline var gücümle vurdum. Adam yerde
iki büklüm kıvranırken eğilip yerden silahı aldım. Buz gibiydi. Adamın korkudan
terlemiş alnına dayayıp yalvarmaları eşliğinde bildiğim en iğrenç küfürleri
sıraladıktan sonra silahı sırt çantama attım ve gittim.
İşte her şey aslında bu kadar basitti. Ve hayat o günlerde gerçekten de güzeldi.
3 yorum:
Anlatım tarzınızı çok beğendim.Yeni hikayelerinizi heyecanla bekliyorum.
Ne güzel yazmış hatun be!
kim bu kadın lan ne acayip yazı bu daha çok yazsın hep yazsın lan hasta oldum ben buna piyuuvv
Yorum Gönder