Sayfalar

28 Ekim 2013 Pazartesi

Gerçek Kan Acı


‘Bana gidelim’ dedi kulağıma efsunlu, davetkâr bir fısıltıyla. ‘Boş ver’ dedim kafamı çevirmeye bile tenezzül etmeden, onlarcasını yaşadığım tek gecelik aşklarıma bir yenisini eklememeye kararlı bir yılgınlık ve bıkkınlıkla. Gözbebekleri gözlerime kırık bir ok gibi saplandığında aniden, her şey için çok geçti. Karşı konulmaz bir önünde eğilme, itaat etme, en çok da güzelliğini yüceltme isteğiyle benliğimin amansızca gözlerine esir olduğunu fark ettiğimdeyse yol, artık geri dönülemezdi.
Çok umursamaz, çok kendine güvenen, çok küçümseyen bir bakış attı, dolgun dudaklarını alaycı bir biçimde tüm evreni aşağılarcasına kıvırdı. Zaman unutuldu, an dehr oldu ve onun gözlerinin dışında, tüm evren karanlığa gark oldu. Zehirli bir örümceğin ağına takılmış biçare bir sineğin ürpertisiyle kavradım amansız gerçeği.   O, Dünya’ya, onu aşağılamak için gönderilmiş kadınlardandı. Ve tüm varlıkları kıskançlıktan çıldırtmak, ona sahip olmak uğruna dağıtmak, güzelliğine tapınmak uğruna yıpratmak…  Ama hiç kimsenin olmamak, hep dağları delse bile hiçbir mahlukatın ulaşamayacağı bir yıldız olarak kalmak için…
‘Gidelim’ diyebildim sadece dizlerim titreyerek ayağa kalkarken. Sanki ben gitmek için saatlerdir yalvarıyormuşum da o bana acıyıp lütfediyormuş gibi bir edayla, yavaşça kalktı eski bar taburesinden. Dimdik başı, dimdik vücudu, delici bakışları ve çevresinde gümüş bir hale gibi dolaşan sigara dumanıyla eski çağlardan gelen bir masal prensesi olduğunu söylese, hemen inanabilirdim pekâlâ kendi isteğimle. Dibi görünen derin sular gibiydi güzelliği, uzattığımda elimi, değecekmişim gibi ama sonsuza dek erişemeyeceğim kadar uzak aynı zamanda.
Köhne barın ahşap kapısına doğru yan yana yürürken, bardaki tüm erkeklerin, istisnasız bütün erkeklerin çaresiz bir iç çekişle bakışlarını ona yapıştırdığını fark ettiğimde hepsinin gözlerini korlarla dağlamak istedim. O, hiç şüphesiz yanınızdayken başınızı belaya sokacak, hatta belaya sokacak baş bırakmayacak kadınlardandı. Ona tek başına sahip olmak için onun var olduğu zamanda ve mekândaki tüm erkekleri aynı anda kör etmek lazımdı.
Evinin kapısında kilidi döndürürken duraksadı, saçlarını kızıl bir kırbaç gibi yüzüme savurarak gülümsedi. ‘Gerçek, kan, acı’ dedi boğuk bir sesle. Cevap vermedim çünkü kalbimi göğüs kafesimde, ruhumuysa bedenimde tutmak için sarf ettiğim çabaydı tek derdim. Eve girdiğimizde üç kalp atımı süre boyunca olduğum yere çakılı kaldım. Her şey, her yer kırmızı ve siyahtı. Simsiyah duvarlar, parlak kırmızı ayaklı abajurlar, siyah deri koltuklar, kırmızı uzun tüylü halılar… O an fark ettim. Üzerinde siyah bir elbise vardı; dudakları, tırnakları ve saçlarıysa kan kırmızıydı.
Arkamdan yavaşça yaklaşıp işaret parmağını ensemde gezdirdiğinde tüm hücrelerim, tüm duyularım ve duygularımla ürperdim. ‘Kırmızı kandır, siyah da acı’ diye fısıldadı ‘ve tek gerçek bunlardır.’ Algılayamayacak, düşünemeyecek, hatta nefes bile alamayacak kadar düşmüştüm dehşetin beni bir ağ gibi saran güçlü kollarına. Dönüp gözlerine baktığımda, güzelliği ve asaleti şiddetli bir tokat gibi sarsarak beni, yankılandı tüm bedenimde. Ona âşık olabileceğimi, hatta onu Mecnun gibi sevebileceğimi, daha da ötesi benim olması uğruna sefil bedenimden vazgeçebileceğimi hissettim. ‘Şarap?’ diye sordu yarı alaylı, aklımdan geçenleri okuyup bana acırcasına. Başımı salladım. Birkaç saniye sonra elinde iki şişe kırmızı şarapla geri döndü, birini bana uzattıktan sonra oturdu ve bir sigara yakıp dumanını umursamazca havaya savurdu. Her bir devinimindeki ahenk, çaresiz benliğimi onun yüce varlığına biraz daha esir edip onun dışında var olan tüm kâinatı anbean unutturdu. ‘Sen neredeydin?’ diye sordum yenilmiş bir sesle. ‘Aşk için, güzellik için sabahlara kadar çırpındığım gecelerde sen neredeydin?’ Soruma değil sadece bakışlarıma karşılık vermeye tenezzül ederken tek kaşını soru sorar gibi kaldırıp hafifçe gülümsedi. O an onunla sevişmek, bütünleşmek ve birleşmek için içimde, en derinimde duyduğum şehvet zayıf ahlakımın geride kalan son normlarıyla beraber kâinatın tüm boyutlarını ve katlarını da sorgusuzca deldi geçti.
Ancak onunla sevişmeden önce tek bir soru kalmıştı geriye, sevişmeyi baştan kutsamak üzere. Her istediğini bir saniyede elde edebilecek böylesine olağanüstü bir kadın neden kan ve acıyla doldurmuştu hayatını, evini, hatta gözlerini? ‘Neden acı çekiyorsun?’ diye sordum ürkek bir tınıyla, bedeninin derinliklerinden önce benliğinin derinliklerine ulaşmak arzusuyla… Önce sırrına vakıf olabilirsem bedenine sahip olurken ruhunu da ele geçirebilirim umuduyla…  Ama boşuna… Birden gözlerine öyle ani bir nefret yerleştirdi ki dokunabilsem koyu, yoğun bir kan pıhtısı gibi avuçlarımı dolduracağını zannettim korkuyla; lal oldum, sustum.
Şarabından bir yudum alıp şişeyi yere bıraktı. Teni öylesine şeffaftı ki yutkunduğunda şarabın kırmızısı yansıdı uzun, beyaz boynuna. Tüm korkularımı ve kaygılarımı unutup oturdum yanına ve usul usul okşarken saçlarını, ömrümün sonuna kadar hiç kimseyle sevişmesem, hatta başka kadınları görmesem bile onun sevgisinin, güzelliğinin ve bedeninin bana yeteceğini hissettim. Başını teslim olurcasına göğsüme yasladı ama teslimiyetinde bile bir asilik vardı.
Kor gibi dudakları şehvetle dans ederken dudaklarımın üzerinde kollarım bedenini sardı, elbisesini şevkle yırtan ellerim teklifsizce keşfe çıktı. İnleyen sesinin, dağılan saçlarının ve ateş gibi gözlerinin içinde eriyerek ürperdim. Teninin en kuytu köşelerine girdiğimde şehvetle, çığlıklar eşliğinde yüreklerimiz aynı ritimde attı, nefes nefse karıştı, ruhum gök kubbede dolaştı. Zirvedeyse tüm evreni bir anda kül bulutu haline getirebilecek bir yangın vardı. Yine de tüm sevişme boyunca beynimde o üç kelime yankılandı. Gerçek. Kan. Acı.
Aniden, nefes nefese ayağa kalktı, ‘gel’ diye fısıldadı. Kalkıp ışığa koşan pervane gibi ardından yürüdüm. O an ‘öl’ demiş olsaydı eminim onu da yapmayı denerdim. Siyah, parlak bir kapı açtı, ardımızdan yavaşça kapattı, yüzümü kesif, küflü bir koku yaladı. Odadaki tek mobilya upuzun, siyah bir masaydı. Üzerindeyse onlarca küçük, kurumuş et parçası. Yanlarında küçük kırmızı kâğıtlara yazılmış tarihler ve onlarca erkek adı. Gerçek. Kan. Acı.
O gerçek bir koleksiyoncuydu ve evindeki bu karanlık, ceset kokan odada kan ve acı biriktiriyordu.
Merakımın şaşkınlığa, şaşkınlığımın dehşete ve dehşetimin yavaşça katıksız, saf ve som bir korkuya dönüştüğü o anda elindeki keskin bıçağı gözlerinde emreder, itiraz kabul etmeyeceğini belirten bir ifadeyle uzattı. ‘Bir parçanı bırak’ diye fısıldadı, karanlık bir dehlizden gelen bir sesle. Hiç sorgulamadım. Sadece bıçağı aldım. Omzuma dayadım. Para büyüklüğünde bir parça kopardım. Ona uzattım. Gözleri parlayarak aldı. Yüzüne yaklaştırarak kokladı ve gözlerini kapattı. Gerçek. Kan. Acı. Artık benim varlığımın bir anlamı kalmamıştı.
Salona dönüp giyindim, şarap şişesini aldım ve kapıyı çarparak çıktım. Birkaç adım sonra kapı açıldı. ‘Adın ne?’ diye seslendi. Söyledim. Sevgim, yüreğim ve etimle beraber adımı da bırakıp onu sonsuza dek sonsuzluğa terk ettim. O geceden geriye ruhumda ve bedenimde mezarda etlerim çürüyene kadar taşıyacağım bir yara izi, çaresiz bir aşk, kan ve acı kaldı.
Ve tek gerçek bunlardı…

1 yorum:

Adsız dedi ki...

huhuuu bu ne be! vay anasını dedirtti çok acayip olmuş bu çok güzel be döktürmüş yine hatun