Sayfalar

3 Temmuz 2014 Perşembe

keyfe keder



Hissiyat bir, birbirine dikilen şiirler 


Kalesinin altın anahtarlarını denize atmış 
insaniyet arayan emekli bir kral gibi yürüyordum
aklıma geldi, aklıma gelebileceğin

-durdum-

mermiyi ağzına vermek
namlunun
rakı bi bana yarıyor
anlıyor musun

bu dizeyi söylemek istemedim
içimde karışık haller içindeyim 
oralet kavanozuna uzanmak için çıktığı sandalye sallanınca 
korkuyu anlayan bir çocuk gibi
anlatamam hislerimi 

beden zayıflayınca ruh güçlenir diyor
bektaşi ve mayalı abiler
bu biranın dibi diyorum
çok korkma, düşersin çocuğum
aman adını ufak yaz ali 
yaz ki sığsın o koca isim
o uzun nakaratı şarkının
hani mutlu olmaktan bahsederken kaydı durduran kör harmonikacı 
hatırlıyor musun

dört nala gelip uzak asyadan
kasıklarına bir kısrak gibi uzanmak istiyorsam
bil ki bıkmışım insan etinin o iğrelti seslerinden
yusuf diyorum
ne mutlu ki kuyu da 
kuyu ne mutlu ki 
yusuf’un yüreği atmakta 

her şey az buçuk naylon işte şu dünyada
saatler, leğenler, otobüsler, sıralar, bankalar 
-yürümeye devam ettim-

anlatamıyorum kendimi
cezayir’de oturmak istiyorum bir kayalığın dibinde 
ellerim bağlı olsun istiyorum bir gün
ve hissetmek göğün örsünü göğüs kafesimde 
kaç ton baskıya dayanabilir insan bilmiyorum doktor
ama tüm insanlık omuzlarımda 
gökten yıldız çalmaya çalışıyoruz 
en üstte ki çocuğun elleri çok kısa
uzanamıyoruz 

anlamsızım, ah ulan anlamdan bozma 
uykusuzluğumun derin sırrında anladığım bir hakikat der ki
ellerim kollarıma dikili olsa da
ellerim çok uzakta, aslında 
ve orta asyanın bazı noktalarında 

çok ince bir bağlama sesinin grtlağı olsam 
kara kuru yanık ellerde ak bebekler büyür yavrum
sende büyüdün, eğer büyümek geçmişten nefret etmekse 

bir kemal sunal filminin melodisi oldum geçen hafta 
sanki güzel sevmiştim. ağaçtan bir çocuğun elinde kaçırılan
şeftali gibi işte. insana uzak kıyılar gibi. değil belki.
yürüdüm, omuzum da bir el yok. 
ince bir ses işittim. yere oturmalı insan bazen
-dedi-
kaldırıma. hatırla bu dünyayı. üzerine kurduğun taş avluyu
avluda ki ölü iranlı kadını
kanına boyanmış bülbüllerin güllere sarılışını 
bu dedi çocuk
bir alevi sazı mı?
kederin memleketi neresidir mirim, nah şuramızdan 
başka.
sanki her yıpranışın bir kökeni vardı
bugün utancım halkı katledilmiş bir Kızıldereli gibi ağladı tepenin üzerinde
içimde ki yılmışlık
varoluşçulara küfretmekten geliyor yakup
şu içimde ki bitkinlik
avuç içleri hariç gece karası bir zencinin
köle düşerken
gemiden annesine son bakışı 

afrikayım
afrikasın
ama bu değil ki malatya inkarımdır


delik deşik oldu şair
anlamadı başta askerler 
içinden fışkıran o hırçın suyu
ne bilsinler içinde ki nehri de vurduklarını

merdivenlerden iniyordum 
ama görecelilikte bir bulmacayım
indiğim kaçıyor benden
ben dünyanın bizi istemediği anları çok seviyorum 
istenilmediğim anları hep anlıyorum 
içimde ufak rüzgarlar esiyor
yedi milyarız 
yedi adet milyar
hepimizin hem fikir olduğu bir şey var
istenmemek, atmosferde ağlayan bir gök taşı kadar 
yer kaplar 
ceviz kabuğundan bozma ruhumuz da

-uyu artık ali-

ali kim ki
ali benim babam
ali benim oğlum
bir elmanın düşme ihtimali ali
atların evcilleşmeye karar verdiği o berbat çarşamba gecesidir
ali 
teslim olmaktır, teslim alanı hiç umursamadan 
hani şu idam mahkumlarının son isteğini soran bey baba
işte o değildir ali 

bugün cuma
yarın cumartesi. bu gayet doğru.
doğru olmak ne yorucu
günlerin sonu olmasa bile
düzenin kırılacağı ilk salı sonrası özgür günde 
isyan öneriyorum güzelim 
her gün sadece yürümemize engel olan her şeye 

***

sen dedim evlat 
baban ne iş yapıyor 
-tam zamanlı bir ölü
kadın bi başına oturuyordu
tabiki de sigara sarmayı biliyordu 
her yerinden kırılmış bir kaç insan
en ufak parçalarını bile aradım kara ormanın ardında ki dağlarda 
param parça olmuş bir bebek
sigarasını içiyor ihtiyar 
kabullenmek güzelim 
şu belimde on dört yıldır bir ağrı var 

şimdi ben ve mahalledeki çocuklar bir karar aldık 
bir daha suratlarımızı dağıtmayacağız 
benim ki hala kayıp
baksana 
ağzım yok
barbarlığım yok
her şeye evet der gibi bakan gözler ile 
zindanların önünden geçir beni
güzel şeyler söyleyebilmek istiyorum 
hüküm giymiş çocuklara 
istekleri ne olursa 

yolların bittiği yerde merdivenler başlıyor
iki yanım uçsuz bucaksız cellat ile dolu bir taşrada 
-ama bey abiler ben karanlıktan korkarım
diye ağlamak istiyorum 
ne yazıyordu Sezar’ın mezarında 
-nasıl olsa kimse bizi anlamayacak.
sahibinden az hasarlı boyası temiz imparatorluk 
uygun fiyatlara kendimi bile bırakıyorum
"bakma işte şöyle" dediğin an
başını çevirirken her şeyden bıkkın bir salkım söğüt ağacı gibi
özür dilerim. o an sana sarılıp
bin atom bombası gücünde yok olmak
güneşin önünü
görülecek bir şey kalmadı artık
diye kapatmak 
ah ulan. beni hiç istemiyorsun. 

sigara kırıldı
dedi ki atalay
"merak etme ben onun gönlünü alırım" 
bizim akan kanımızı ardımızdan etekleri ile silen kadınlarımız yok 
şu kırık gönlü
hangi marangoz peygamberler onaracak 



***

ceketim 

içimdeki labirentte kaybolmuş bir genç kız
uzatsam ellerimi, korkacaktır dünyadan 
korkar elimde kırıl kalmaktan 
oysa sadece gözlerimi örtmek istedim 

ah ceketim 

dünyanın en fakir topraklarına götür çingeneleri
sürgün olsun diye değil
kurtarmak için toprağı kederden 
dünyanın en fakir topraklarına dökülsün 
rakı

ceketim neredesin 

piyanonun siyah tuşlarından birini koydum bohçana
ve karşına çıkabilecek kuşlar için ekmek kırıntıları 
ihtiyacın olabilir 
sonsuz uzay ve gezegenler arasında 
yürümeye çıkıyorsun
at nebulasına dikkat et 
onun için bir şiir yazmıştım 
o ve bayan cica’nın yaşama dönme şansına 
onu da götür yanında 
namlularda yürüyeceksin
ve olmasın diye o güzel ayakların yanlış gerilmiş bir isa 
kaburgamdan yapacağım bir kayık 
hades’e akan güllü ırmaklarda süzülüp duracaksın 

ceketim, dur dinle beni. seni o parkta bırakmak istememiştim.

dökülmesi için ruhun bardağa 
dünya bir dizinin üstüne çöktü
döküldün gördüm
doldurdum seni
bardağa 
gördüm



devir almıyor motor, sanırım toprağın suratının bu çizgisi
aşılmaz olacak bize
şahidimdir üzerimde ki gök kubbe 
ben artık sizinle anı uzay zaman eğrisinde değilim 

aç dünya çocuklarına bölünmüş bir ekmek gibi parçalanırken
uzaya fırlatılan roketler 
ben de yürüyorum şu eski patikadan 

sanırım sıkıştım kaldım üç dakika içine 
her şey basa sarıyor
her şey
size söyleyebileceklerim ancak bu kadar eder
emekli albay ve kancık tüccarlar 
bu kadar 

benden
bu kadar. 

Hiç yorum yok: