Yoldan
geri çevrilmiş her insan [beden], en az bir kıyamet imkanını barındırır.
Başka
bir söylemle yaşama deyişinde temel bir ikircim vardır. Yaşam, kendi başına
bırakıldığında estetik bir etkinlik barındırır. Ancak devamında -bundan asırlar
önce bir kitap kapağının içinde okura seslenildiği gibi- eğer yeterince
beklersen;
"yola çıkmak yerine, o yolun bedeninin içerisinden geçeceğine olan inancın” alır.
Sonuçlar
beklendiği gibidir. Yani hayat, "istifade edemediğimiz bir ölme özgürlüğüdür." Özünde
özgür olamama hali, bir yokluk duygusu ile belirir. Aynı tao’nun yarattığı boş
kase imgesi gibi. Hatta çakılıp kalmış Sümerli tanrıçaların ıslanmayı bekleyen
vulvaları gibi. Irmaklardan gelecek suyu beklersiniz, ancak toprak hep kurudur.
İçeridekileri
çok hareket ettirme; o kutsaldır!
Muhtemel
kişi, muhtemel tüm gün boyunca Hegel’e hiç bulaşmadan “ötekinin arzusunu
arzular.” İşte sayısız arzuyu parçalayan
esas arzuda budur. Ancak arzunun mantıksal bir ilerlemeyle ölüme gidip orada
durmadığını, perde kapanmadan önce yokluğa gitmeye çalıştığını görmemiz
engellenmiştir. Tüm olanları fark
ettiğiniz anda, uykunuzda seviştiğiniz şeytanı ruhunuzdan çıkararak terk etmiş
ve pastoral bir polisiye öyküsünde yer alan ajanın, yaşamını sürdürmek için
cinayet işlemeye devam etmesi gibi bir metafora kapılmışsınızdır. Aslında
cinayet hiç işlenmeyecek, arzunun ontolojik ufkuna teğet geçen zalim bir
saldırganlık hissiyle, geçmesini beklediğiniz yolun kenarında arka sırada
beklemeye devam edeceksiniz.
Bedenin
reddedilmesi, en soylu unsurları ortaya çıkaran ritim duygusudur!
Kant,
uzun zaman önce Freud’un kapattığı alana girme cesaretini gösterirken, önemli bir eksikliği
ortaya koymuştu. Eğer bilinçdışı dil ve düşünceyi etkileyen bir kuvvet alanı
şeklinde hareket ediyorsa, o zaman şey, temsili bir “kendinde şey” olamazdı. Bu
etki ancak bastırılmış fantezi ve anıların üst katmanlarında görülebilirdi.
Yolun
kendinden geçmesini beklediğin bu fantezinin arzusu ya da yolcusu, -kuzeyde bir
ülkede uzunca bir süre tanık olduğum üzere- aslında varlıkla ilişkili
değildir. Halen amniyotik bir sıvı
plazmasının içerisinde içe dönük bir çalışma geliştirmemiz lazım. Ve derin bir
unutma hali.
Asıl
unutulmaması gereken; “kişi hiçbir şekilde bilmediğinde, netleşir ve açığa
çıkar.”
Açığa
çıkmak ise hem örtük, hem de belirtik bir mantık taşır.
Sonunda
ve yavaş yavaş bedenimiz dirilmiş bir bedendir, çünkü kaynağını bir kez daha
görmüştür. Hatta beden, en az arzu kadar zamansallaştırıcıdır.
Neyi iletmişti
Yuhanna?
“başlangıçta Tanrı vardı, ve söz Tanrı ile
birlikteydi, ve söz Tanrı’ydı. Onda yaşam vardı, ve yaşam insanın karanlıkta
parlayan ışığıydı, ve karanlık onu yenemedi.”
İnsan,
en az Tanrı’sı kadar, kendi BEDENİNE ulaşmak için aynı sözleri söyleme hakkına
sahiptir. Kendini kendi ile ilişkilendirmek ve kendisi olmayı isteme yoluyla “kendi”
saydam benliğine ulaşabilir. En büyük paradoks olarak insan bedeni, her zaman
bir yol öyküsü, bir sıçramadır.
“Şu şudur, bu değildir” in aydınlanması, Beden'in ve ondan geçecek
olan Yol’un, kusurlu olmasının nedenidir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder