Nesnelere tekabül etmediği
halde anlamsız olmayan iki sözcük vardır; “boşluk” ve “fazlalık.”
Var ve yok arasında yatan
temel çelişki, yani boşluk-fazlalık diyalektiği, bir kural yada ölçü koymanın
dilidir. Hayat “kırılgan” ve “nadir” bir hadisedir. Bu kırılganlık Eyüp’ün
kitabındaki dilinin dönmediği o cümle ile başlar:
“ruhum, hayatımdan
yoruldu.”
Peygamberimsi ve
birdenbire yapayalnız kaldığım dünya, manevi bir çatının tepesinden etrafı
seyre dalmanın ölçüsüdür ve hayata dokunduğumuz mesafeyi hep bizden uzak kılar.
Görmek, uzakta olmaktır.
Açıkça görmek durmaktır. Seyri tahlil etmek ise yabancılaşmaktır.
Eski kavramlara sahip çıkarsak,
“insanların sana değmeden geçtikleri an ile etrafında sadece havanın olduğunu
farkına vardığın an” boşluğun kendisini, yani hiç duyulmamış olanı farkına
vardığımız sefalet durumudur.
Crassus bir boşluk olarak
kendi yerine fazlalığı koyma sadakatini sergilerken, kitlelere şöyle seslenmiş
olabilir, “Pişmanlık sarar, sarmalar. Biliyorum anlamı kalmadı,
sızlanmalarımın….ve biliyorum aynı uçuruma ve geceye oradan inemeyeceğimi,
yarının olmayacağını, her şeyi yitirdiğimi, sorunların kişiliksiz olduğunu, tüm
acıların ateşböcekleri gibi kendilerini göstermeye edimlendiklerini. An ve an
öl. Öl-de bende saklanabileceğim çayırların ve ovaların varlığına inanayım.
Aslında bir parça ışık yeter, melek olabilmeniz için kutsal karanlıkta.”
Karanlık özne işte bu
noktada var olmaya başlar ve şimdiyi fesederek
avını elinden kaçırır.
Boşluğa bağımlılık ile
sürekli doğan bedenin ayrılmasını beklemek, seni fazlalığa mahkum eder.
Kavramların karşılarına koyduğumuz tüm görüngüler, bir yıldıza dönüşür ve
yıldız tozları arasında ben’in gerçek dışılığının farkına varırsın.
Bir köstebeğin görme
ümidinin olmaması, bir suyun sarhoşluğu ile içine girmem, hatta bir resim
yapmak, tümü fazla’laştırdığınız dünyanın yerine onun gölgesini -yani özünün
gerçekleşmesini- sağlar.
Yaşadığım topraklarda bilirsiniz, dışsallık
bir anlam ifade etmenin ta kendisidir. Ancak dışsal olan sadece yüzdür. Yüz en
gizli boşluk ise onun yerine koymaya çalıştığımız her duygu bir fazlalığa
tekabül eder.
En büyük aynanın –yani yüzün-
herhangi bir anlam ifade etmeyişi, hayatımızda ağırlığı olmayan bir zarafet
yaratır. Yakından uzağa gittikçe aynı nesneler gibi zarafette gözümüzde daha da
büyür. Yüz, onun çoğaltılması ile oluşan başkasıdır. Aynı zamanda dünyaya da
dahil olmayan soyut bir altüst oluş gibi…
Sanırım aynı mevsimde ama
uzun zaman önce bir kadın bedeni olarak senin içine girdiğim boşluk, bir
fazlalığa dönüşümün, aynı karnaval sırasında bütün seslerin aniden kesilip bir
firar girişimi olarak intihara dönüşümüdür.
Lenina’yı düşün. Kırbaçla,
kırbaçla, kırbaçla ! diye inlerken acıdan mest olan bir meçhullük ve kefaret
arzusu ile karşı tarafın “tutkulu jest”lerini taklit etmeye başlamıştı. Aynı gece John’un, cesur yeni dünyadan bir firar girişimiyle intihar
etmesine şaşırmamak gerek.
Kendini taklit ederek bir
fazlalığa dönüşmek,
boşluğu gizleyen en iyi maskelerden biridir.
Çünkü her
yaşamda yaşanmamış bir şeyler vardır.
Her sözcüğün aslında söylenmemiş
olabileceği gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder