Sayfalar

30 Haziran 2013 Pazar

İbranice pardon


Başlangıç, Musa'nın elleri 
I


Ah bu yanlış anlaşılmalar
Ve insanlık teorileri
Bir bakıma tren mollaları
Bir yandan Arap şeyhleri
Yazımı zor diye
Dışlanmış bir harf gibi
Eskiden
Çok eskiden
Minnesota’da bir zenci
Olmak gibi
Bir bakıma
Ağzı dolu
Küçük çocukların
Konuşma sancısı
Az gelişmiş
Bir ülkenin
Tanrısı olmak gibi
Bazı hüzünler tanımsız
Acı
Ve halsizlik
Sigarasını dudakları arasına
Almakta olan bir kadın
Hiç bir erkek
Davranmamışsa
Çakmağına
İşte o kadar
Üstü kapalı
Küfürler
Nehrin üstünde
Elimle taşıdığım
Gemiler
Defterimin ara sayfalarına
Yuva kurmuş
O masum kırlangıç
Kızıl ve körpe
Şimdi
İçimde
Yıkık bir doğu bloğu ülkesi
Gururum demirde dövülme
Değil elbette
Kopuk bir zindan ninnisi
Ölüme giden atlar
Hep bir adım fazla mı atar?



II

Ah şu yanlış anlaşılmalar
Yahut hiç anlaşılamayan gazete haberleri
Ölüm
Bir kuşun kanadında gelmez sevgilim
Kırmızı bir kamyonet taşır gazeteleri
Ölümler
Sadece üçüncü sayfa haberi
İki dünya liderinin birbirine değen elleri
Değerlidir gırtlağı kesik bir genç kızdan





III

Ah şu yanlış anlaşılmalar
Ve parodigma
Anlamını bilmediğim kelimelere gömün beni
Onlarla gömün
Sonsuza dek düşüneyim
Toprak açtı ağzını
Yummamalı gözünü
Bir harfi üç kez tekrar edersen
Ağzında çanak antenler açacak sevgilim
Ve sen beni anlayacaksın
Dünyanın tüm dillerinde
Saati bilmem kaç dolardan
Porno kanallarda
Anlayacaksın
Uçsuz bir kıtanın
Son çeyreğinde




IV

Yanlış anlamış bir kuş
Gökte değil
Yerde uçar




V

Yanlış anlaşılmak istemem ama
Benim insanlık korkum var



VI

Hali haysiyetli bir anlaşma bu
Yanağında Lozan elçisi
Kıpırdama
Ben alırım
Sus
Sakin ol
Teninden bir ülkeyi kurtarırım
Alimallah



VII

Özür dilerim Tanrım
Onlara anlatacaktım
Ama

Çok yanlış anlaşıldım




VIII

Anladım
Anlaşılamadım




IX

Bir numara al
Bir kurdele
Ve biraz atların özgürlüğünden al yanına
Meleklere inan
Kuşlara da
Dağın ardına inan
Güneşin her sabah sezaryen ile doğduğuna mesela
İnan bana
Beni sakın yanlı anlama
Ben sadece anladığından emin olmak istiyorum



X

Artık hayatımda anlam aramayacağım

..

29 Haziran 2013 Cumartesi

Cam Küvez

Uykumun en güzel yerindeyim.

Uzun yıllar çok erken uyandım ve artık emekli olduğum için, uykunun en güzel kısmının yıllarca uyandığım saatte yaşandığını biliyorum.

Uyuyorum. Öyle güzel bir düş falan görmüyorum. Sadece tembellik var.

Bir anda -dediğim gibi uykumun en güzel yerinde- kuyruğunu suya o kadar sert vuruyor ki, küvezinin içindeki suyun neredeyse yarısı yatağıma sıçrıyor.

Gözlerimi açıyorum. Gülümseyerek yüzüme sıçrayan su damlacıklarını siliyorum. Yan tarafıma, cam küvezinin olduğu yere dönüyorum. Ve onunla olduğum için bir kere daha şükrediyorum.

Hayatımın neredeyse tamamı askerde geçti. Askeri okullar, kışlalar, operasyonlar. Sonunda sol kolumu kaybettim. Emekli oldum. Daha doğrusu, ben her ne kadar çok sevdiğimi, devam edebileceğimi söylesem de onlar öyle istedikleri için emekli oldum.

Sol kolumla birlikte emeklilik belgelerimi de gömdüm toprağa.

Emeklilik param ile bir rehineci dükkanı açtım.

Kendime bir depo tuttum, ucuz askeri raflar ile doldurdum. Ön tarafa, bankalardaki vezneleri hatırlatan bir bölme yaptırdım.  Soygun ve yangın riskine karşı en hassas alarmlardan kurdurup, veznenin etrafını kurşun geçirmez camlarla kaplattım.

İnternet üzerinden ilk reklamımı verdim;
‘Künye Rehinci dükkanında kıymetli eşyalarınızı teminat olarak rehin bırakıp, borç alabilirsiniz. Birkaç dakika içerisinde elinize nakit para geçiyor. Hızlı ve formalitesiz’

Son yaptığım sayımda hatırladığım kadarıyla yüz parçanın üzerinde rehin eşya vardı.

Ama onu görüp, sonsuza kadar onunla olmak istediğimi anladıktan sonra -ki bu kararı vermem ortalama bir dakika sürmüştü- herşeyi bırakmaya karar verdim.

Hiç evlenmedim.

Yataktan kalkıp, mutfağa gittim. Kahve makinasının tuşuna basıp, buzdolabını açtım. Hala ne yediğini anlayamadığım için dolabı bir sürü farklı şey ile doldurmuştum. Dolaptan biraz yeşillik ve balık çıkarttım. Kasenin içinde ezip, bulamaç haline getirdim.

Kahvemi ve onun için hazırladığım bulamaçı alıp, odaya döndüm.

Rehinci dükkanı işi ilk başta riskli gibi görünüyordu. Ama tek kolu olmayan, 30’larının sonunda olmasına rağmen  oldukça yaşlı ve korkutucu görünen ben,  herkesin kolayca rahatsız edebileceği bir adam değildim.

İlk iki yıl, ufak devlet tacizleri, haraç bağlamaya çalışan yeni yetme mafyaların ve herşeylerini kaybetmiş başarısız adamların göz korkutmak için yaptıkları blöfler dışında neredeyse sorunsuz geçti.

Önce küçük küçük verdiğim borçlar, işlerin yolunda gitmesiyle büyük paralara dönüştü. İyi kazanıyordum fakat dikkat çekmemek için hayatımı değiştirmedim. Ne kadar çok yeni ve gösterişli şey, o kadar gözleri dikerdi üstüne.

Hala sol kolum yoktu.

Odaya girdim. Beni görünce güçlükle kuyruğunu oynattı. Gülümsedim. Dükkanıma bırakılan tablolardan biri geldi aklıma, onun gibi bir sürü denizkızı bir geminin etrafını sarmışlardı. Gemideki denizcilerde hem korkarak, hem de hayranlık ile onlara bakıyorlardı.

Ve şu anda o tablodakilerin hepsinden daha güzel bir denizkızı, odamın ortasında bir cam küvezin içinde yatmaktaydı.

Ne iş yaparsanız yapın, ki yıllarca askerlik ve son üç yıldır rehinci dükkanı sahibi biri olarak söylüyorum, bir yerden sonra sıkılıyorsunuz.

Sıkıldığım ve fazlasıyla yağmurlu bir sabah dükkanımı açtım. O gün sayım yapacağım için kepenkleri içerden kapatıp, sayıma başladım.

Öğlene doğru dükkanın kepenki yumruklanmaya başladı.

Kepenkin arasındaki boşluktan dışarı baktım. Yağan yağmur yüzünden sırılsıklam olmuş iki kısa boylu ve çekik gözlü adam, anlamadığım bir dilde bağırıp, rakibini alaşağı etmeye çalışan boksör gibi kepenki yumrukluyorlardı.

Yanlarında bir tabut duruyordu.

Kepenki kaldırdım. Hızlıca içeri girdiler. Bağırarak, sürekli arkalarını kontrol ederek, yanlarında getirdikleri tahta tabuta vurarak bana birşey anlatmaya çalışıyorlardı. Ben ise boş gözler ile adamları izliyordum.

Adamlardan biraz daha kısa boylu ve biraz daha çekik gözlü olanı bir süre sonra sakinleşerek cüzdanındaki paraları çıkartıp gösterdi.

Sadece eski, tahta bir tabut para etmezdi.

Tabutun içinde ne olduğunu görmem gerektiğini anlamaları için veznenin altındaki levyeyi alıp, dükkanımın ortasında duran tabuta yöneldim. Henüz sakinleşememiş olan diğer adam tabutun önüne atlayıp, beni engellemeye çalıştı.

Cam küveze elimi sokup, sırtından kaldırarak arkasına yaslanmasını sağladım. Hazırladığım bulamaçtan bir kaşık alıp, ona zarar vermemeye çalışarak dudaklarına götürdüm. Ağzını açmadı. Tadını alması için dudaklarına sürdüm. Zor açtığı gözleri ile nefretle baktı elimdeki bulamaça. Nefes alışverişi giderek daha da azalıyordu.

Tabutun içinde olanı görmeden, benden hiç birşey alamazlardı. Adamı kenara itirip, levyeyi tabutun kapağını arasına sokup, bütün gücümle asıldım. Tabutun kapağını tutan paslı çiviler dükkanın zeminine fırladı. Elimdeki levyeyi bırakıp, kapağı ittirdim.

Kasadaki bütün parayı adamlara verdim, dükkandan gönderip, kepenkleri kapattım. Sadece ona bakıyordum, o da tabutun içine  saklanmış cam küvezin içinden gözleriyle beni takip ediyordu.

Tabutun kapağını kapatıp, zorlanarak da olsa dükkanın arka çıkışında duran kamyonetime tabutu yerleştirdim. Onunla olacaktım, sonsuza kadar. Ama bir iz kalmamalıydı. O adamlar, geri gelebilirlerdi, verdiğim para yetmeyebilirdi, onu benden geri almak isterlerse tek başıma yapabileceğim hiç birşey yoktu.

O gece hiç uyumadan gün doğana kadar onu izledim.

Ertesi sabah dükkanımı ateşe verdim. Asker künyemi içeride bıraktım. Yangın bütün binayı kapladı. Benimle birlikte binada yaşayan 7 kişi ve 4 çocukta feci şekilde yanarak can verdi.

Dükkana kurdurduğum alarmlarında dedikleri kadar hassas olmadığını o gün öğrenmiş oldum.

Sebebini çözemedikleri her yangına elektirik kaçağı dediklerini de.

Ve şu anda  ölü bir adam ile ölmek üzere olan bir denizkızı aynı odadaydık. Ben onun için kendimi öldürmüştüm, onunsa beslenmesi gerekiyordu.

Cam küvezin yanında yatağıma oturmuş, günlerdir, belki de haftalardır yaptığım gibi onu izliyordum.

Bir melodi duydum.

Son nefesiyle, bana sesleniyordu.

Cam küvezin yanında oturmuş, günlerdir, belki de haftalardır yaptığım gibi onu izliyordum ve ilk defa sesini duydum.

Beni yanına çağrıyordu. Bilmediğim bir dilde, bilmediğim ezgilerle söylediği bir ilahi ile.

Nakarat şöyleydi:
Kendini beslediğin şeyle, kendinle besle beni.

Elbise dolabımın çekmecelerini karıştırmaya başladım, sol kolumun yerinde olduğu zamanlarda öldürdüğüm insanlardan hatıralar almak için kullandığım bıçağımı aldım. Paslanmıştı ve eskisi kadar keskin olup olmadığını bilmiyordum.

Bıçağı kınından çıkarttım. Avucumun içine alıp, sıkmaya başladım. İlk kan damlası zemine düşerken, küvezinde o kadar hızlı hareket etti ki, bıçağı elimden düşürdüm.

Nakarat şöyleydi:
Kendini beslediğin şeyle, kendinle besle beni.

Kanayan avucumu küvezin içine soktuğumda, ilk defa öptü beni. Dudakları, dişleri, dili, avucumlarımda akan kanın bir damlasını bile kaçırmamak için mücadele ediyordu.

Başım dönmeye başladı.

Kan kırmızı olmuş suyun içinden kafasını kaldırdı. Göz göze geldiğimizde, bütün yüzü kan içindeydi. Elleriyle yavaşca avucumu dudaklarından ayırdı son bir öpücük verip ve küvezin dışına bıraktı.

Doymuştu ve benim tek seferlik bir ziyafet olmamdansa sürekli bir atıştırmalık olmamı istediğini fark etmiştim.

Güzelliğini sonsuza kadar izlemek istiyordum.

Herşeyin başı ‘empati’ idi.

Ve benim artık onu besleyebilmem için, kendimi beslemem gerekiyordu.

Bir damızlık gibi…


28 Haziran 2013 Cuma

Ben Bir Hikayeciyim

Ben bir hikayeciyim. Hikaye satarım. Geceleri sabahlara kadar garip ve ürpertici öyküler yazar, gündüzleri hurda karavanımla yollarda dolaşıp dinlemeye meraklı insanlara okurum. Hiçbir yere, hiçbir dine, insana, mekana, zamana ve ideaya ait değilim. Ben bir hiçim. Hikayelerimi dinlemek isterseniz buyurun şöyle oturun ve layık gördüğünüz parayı lütfen şapkamın içine koyun. 

Günde 5-6 kez yıllardır ezberlediğim bu cümleleri tekrarlıyorum. Ve hayır. Bundan hiç sıkılmadım. Bu cümleleri yazdığım hikayelerden bile çok seviyorum. 68 model hurda bir karavanım var. Bana ait olan ya da benim ait olduğum tek şey. Aidiyetlerden uzaklaşmak için bile bir şeye ait olmamız gerekliliği ne acı. Aynı zamanda da komik. Yine de az çoktur bana göre. Ne kadar az şeye sahip olursak o kadar özgürüz. Materyaller, mülkler,  fikirler, evler, dinler, aileler hepsi çelikten birer pranga insanoğlunun zihninde. Sahip olduğumuz, benimsediğimiz ve inandığımız kadar yokuz. 

O yüzden hatırlayamadığım kadar uzun zamandır hiçbir yere gitmeyen yollardayım. Üzerimde kirlendikçe benzincilerin tuvaletlerinde yıkayıp kuruttuğum iki eski elbisem, sadece hikayelerimi okurken çıkarıp önüme koyduğum kara bir şapkam ve çıplak ayaklarımla bilinmeyene doğru gidiyorum. Bunlar dışında sahip olduğum tek şey koca bir tomar saman kağıt ve bir sürü kurşun kalem. Kurşun kalemin kağıdın üzerinde ilerlerken çıkardığı cızırtıyı ve ahşap kokusunu seviyorum. Ha bir de hem kalemlerimi açmak, hem de sözde kendimi korumak için kullandığım körelmiş, eski bir çakım var. Tüm sahip olduklarım bunlardan ibaret. O kadar ki bir cinsiyete hapsolmamak uğruna  rahmimi bile aldırdım. Ama yazdığım hikayeler sayesinde kendimi koskocaman bir dünyayı avucumun içinde tutuyor gibi hissediyorum ve bu duygu gerçekten muhteşem. Dediğim gibi ben sadece bir hikayeciyim ve hikaye yazmak için kendime bile ihtiyacım yok. 


Önceki gece devasa bir böceği kesip iç organlarını pişirip yaptığı sandviçi yerken aynı şekilde işlenmiş bir cinayete tanık olan bir adamla ilgili bir hikaye yazdım ve aslında bir kurgu değildi, 'adam' kısmı hariç hepsi doğruydu ve oldukça boktan bir hikayeydi. Ama dinleyicilerim bunu çok fantastik ve sıra dışı buldular ve bu sayede dün geceki hikayemi, yani kendi hikayemi bir şişe mis gibi köpek öldüren sayesinde yazabildim. Bazen hayat çok güzel olabiliyor. 

Bir önceki gece yazdığım hikaye sonsuz yıllar önce, karlı bir kış gecesi bir barda tecavüze uğrayıp ölen bir tanrıçayla ilgiliydi. İnsanlar yazın ortasında ellerinde soğuk içecekler ve kumlu ayaklarıyla böyle dehşet hikayeleri dinlemeye bayılırlar. Ve bu benim zerre kadar umurumda değil. Çünkü ben yazın bu sıcağında dondurucu iklimlerde geçen vahşi, kanlı ve karanlık hikayeler yazmayı seviyorum. Kim ne derse desin, hangi dine, etiğe veya fikre sığınırsa sığınsın insanlar kanı sever. Ana rahmindeyken bile kanla beslendiğimiz içindir belki de. Çünkü kan sıcaktır, ılıktır ve tatlıdır. 

Daha önce de söylemiştim di mi, ben basit bir hikayeciyim; bir saat sonra bile ne olacağını, nerede olacağını, ne yapacağını ve ne yazacağını bilmeyen ve bilmek de istemeyen. İnsanlarla tek bağım kurgularım. Ve dünya bana yazmaya değer vahşi bir hikaye sunmadığı sürece umurumda değil. Yüksek idealler, garip fikirler, sıra dışı eylemlerle onu düzeltmeye, değiştirmeye ve güzelleştirmeye çalışmam. Bence şu an olduğu vahşi, kanlı ve acımasız haliyle çok daha iyi. Ya da diğer bir deyişle ne kadar acı çekersek - ya da kötü kokarsak - o kadar iyi. 

Ben bir hikayeciyim ve kendimi tanımladığım tek kelime bu. Kadın değilim, yazar değilim, yalnız değilim, seyyah değilim, ait değilim. Ben bir hiçim. Yollarda hikayeler biriktirir, onları satar, şarap alıp yeni hikayeler yazar ve sonra yine onları satarak geçinirim. Ve tüm hikayem bundan ibarettir. 

Şimdi, eğer hikayemi beğendiyseniz layık gördüğünüz parayı şapkama bırakın. Yok eğer beğenmediyseniz başka bir yolda ve başka bir hikayede karşılaşmak üzere hoşçakalın... 


27 Haziran 2013 Perşembe

avuç içinde ki portakalın türküsü

Dudağın kenarına yay kurulmuş
Yine kimi vuracaksın
Ve ben ne kadar gamsızım suratına baktıkça
Bundan haberin olmasa da
-Şair burada ne demek istedi-
İşte sana bir belirsiz konu başlığı daha
Sor bakalım şaire
Yada her neyse 
Biliyor muymuş ne demek istediğini?
Oysa ki güzelim
Şiir
Ne demek istediğini bilmemektir 
İnsan konuşur
Der ki şuram ağrıyor, karnım aç yada ölüyüm
Bu ne demek istediğini bilmektir
Oysa sen hiç duydun mu koskoca adamların
İçimde kuşlar var
Ne mutlu blues öptü bizi
Bir köprü var içimde, insanların atlamak için sıraya girdiği
Diye diye
Duymadın, görmedin elbet 
Geç karşılaştık Londra'da 
Yahut başka bir kentte 

Cüssesi büyük adamların
Şiir olmasına izin vermezler 
Reçel sürülmüş ekmek yemezler mesela onlar
Korkamazlar gecelerden 
ve bir kadın gibi tatlı tatlı düş kuramazlar 

Bir kadında küfretmez mesela trafikte 
Yahut bir çocuk bir hayli ciddi aşkını ilan edemez
İşte bunlar hep yazısız yasaklar
Birde öpüşemez
İki kişi
Erkek yahut kadın
Sokak ortasında
Bakarlar

Bakmak ne korkunç bir eylemdir 
-Şair burada ne demek istedi-
Bunu ancak sen bil 
Bu şiiri yazmamak için elim titriyor 
Ve ben
Bir salkım söğüte sarılır gibi 
sarılıyorum sana

23 Haziran 2013 Pazar

fi dönemi mektubu

Tanrı dedi ki
Tüm çiçekler güzel olmalı
ve Azrail elini kana batırdı 

Bir uçurum koydular dünyanın sonuna
Bir düşüş yoktu aslında 
Bir kadının kasıklarında 
Bir tabela koydular
Ve bir dağı dünyanın uç noktası olduğuna inandırdılar 

Bir ağacı üç noktasından mühürleyip
Bulutlara konuşmayı yasak ettiler 

Tanrı dedi ki
Tüm çiçekler güzel olmalı
ve Azrail kitabı araladı

***

Türkçe karakterler kahvesi


Sıradan bir gündü, hüzün ile yıkanmış adamlar doluştuk içeri
İçeride bir demet tiyatro hüznü
Ölü bir gündü
ama bir türlü gömülemiyordu
Çaresizdik 
Üçe çeyrek kala vurdular Söğütözünü
Ben dedim
Kadir’in yakasına yapışıp 
Bağırdım 
Hareket etme sakın 
Ben dedim
Öldürme bir gecekonduyu
Radyoda “hatasız kul olmaz” diyordu Orhan Gencebay
Ve onlarca adam ufacık defterine düşlerini sığdıran ilk okul çocukları gibi
Yazıyorduk kendi kutsal kitabımızı

İlk ders
İncitme
***

21 Haziran 2013 Cuma

Eksen Eğikliği: 6 Ay Gece

Eksen eğildi.

Bir gecede milyonlarca yıllık dünyanın ekseni eğildi.

Yaşadığım ülke karanlıkta kaldı.

Hiç birimiz ne yapacağımızı bilemedik önce. Telaşla öfkeyle, korkarak sarı lamba ışıklarının, floransanların, titrek mum ışıklarının aydınlattığı odalarda konu hakkında tartışıldı.

Jeopolitik konumuzun değişmesi yüzünden önemimizi yitireceğimizi düşünenler oldu. Allah’ın kudreti diyenler oldu. Amerikan - İsrail ortak yapımı bir oyun dendi.

Ben, hiç bir şey demedim.

Devlet, konuyla ilgili hemen bir koordinasyon merkezi oluşturdu.

Sonra yerli bilim ve din insanları, sorunu çözemeyince dünyadan yardım istediler. Araştırma yapmak için dünyanın en başarılı bilim ve din insanlarından kurulu bir ekip geldi.

3 ay geçti. Büyük kavgalar oldu. Bir atom bilimci, Macar bir hahamın kafasında sandalye kırdı. Uyuyakalan Papa’nın asasını çalan bir din bilimci, İsviçreli Muhafızlar Kıtası tarafından yakalanınca linçten zor kurtuldu. Bir Pagan şamanı, aşık olduğu jeolog için voodoo büyüsü yaparken kaldığı otel odasında yangın çıkarttı.

Çıkan yangından 2 hafta sonra bir karar verildi. Kararı Diyanet İşleri Başkanı ile Stephen Hawking birlikte açıkladılar. Papa, asası çalınınca ülkeyi terk etmişti.

Karar: Eksen eğilmişti.

Sebep: Bir yere kadar Allah’ın takdiri, bir yerden sonra uzun bilimsel açıklamalardan ibaretti.

Ve artık 6 ay gece, 6 ay ise gündüzü yaşayacaktık.

Şaşırdık. Bunu yaşayan başka ülkelerde vardı dediler. Ama bir anda olması acayipmiş, onunda üstünde çalışıyorlarmış.

Duruma alışmamız için tüm bunlar yaşanmadan önce şu yaşadığımız durumu yaşayan ülkelerden insanlar davet edildi. Bize yaşam koçluğu yapacaklardı.

Evlerimizi bu duruma göre nasıl dekore etmemiz gerektiğine dair bir kitap yazdı gelen bir İsveçli. Yaratıcı fikirlerinden dolayı hükümet tarafından Karanlık Ayları Kontrol Başkanlığı kurdurulup, başına geçirildi.

Sürekli gece olduğu için gündelik işlerimizi yapmanın pratik 5 yolunun tarifi ile ilgili bir kurs programı hazırlayan Greenland’li, devletten gelen iş tekliflerini kabul etmeyip, özel sektörde kalmayı tercih etti ve garajını en iyi arabalarla doldurdu.

Geçicek dendi. Ne kadar zor olabilirdi ki…

Niktofobisi olan insanlar intihar etmeye başladı.

Geçicek dendi. Ne kadar zor olabilirdi ki…

Ağaçlar güneş ışıksız kaldı. Eldeki ultraviolet lamba stokları yok denecek kadar sınırlıydı. Onu da zaten zenginler kendi çocuklarının gelişimlerinin doğru devam etmesi için alıp evlerine taktırmışlardı.

Araştırmalarını sürdüren Stephen Hawking ile ülkemizin ünlü medyatik güzellerinden biri arasında aşk haberi çıktı. Magazin dünyası bu haber ile çalkalandı.

Ben ise zorlansam da işe gidiyor, evdeki tüm vakitlerimde de uyuyordum. En önemli ve en zor bulunan şey aydınlatma ürünleriydi. Fabrikalar stok yetiştiremiyor, bu da fiyatlara yansıyordu. O yüzden bir süre sonra gazyağı kullanmaya başladım. Gazyağının kokusu ilk başlarda midemi bulandırsa da artık alışmıştım.

5 ay 29 gündür dünyanın ekseni eğikti.

1 gün sonra güneş doğacaktı.

Güneşin doğuşunun en güzel, daha önce kimsenin adını duymadığı, şehirlerarası otobanın kenarındaki bir köyden izlenebileceğine dair bir haber çıktı, önceden ‘sabah postası’, ‘gündüz neşesi’ gibi isimleri varken şimdi geceye dair isimler taşıyan gazete ve dergilerde.

İnsanlar hemen rezervasyonlarını yaptırdılar güneşin doğuşunu en güzel yerden izlemek için. Güneşin doğacağı sabahın gecesi köye sadece rezervasyonu olanlar alınıyordu.

Ben o gece yalnızca artık geceden korunmak için kapattığım yatak odamın perdelerini açmış, uzandığım yataktan dışarıya bakıyordum.

Açıklanan imsak saati 06:47.

O gün toplam kayan yıldız sayısı 34.

Benim 5 ay 29 gün boyunca gökyüzünde gördüğüm casus uydu sayısı ise 13.

Saat, 06:46. Köy camisinin megafonunun mandalına dokunan imamın nefesi duyuldu köyün içine dağılmış hoparlörlerde..

Herkes ellerini havaya kaldırdı.

Köy camisinin imamı yanında duran ılık sudan büyük bir yudum alıp, boğazını yumuşattı.

Geri sayım başladı.

10.9.8.7.6.5.4.3.2.1.0

Alkışlar, çığlıklar, ıslıklar eşliğinde köy imamı ezana başladı.

Ezan bitti. Alkışlar, çığlıklar, ıslıklar devam etti.

Herkesin yüreği, ruhu ve en önemlisi karanlık yüzünden artık bir kedininki kadar keskin gözleri ufuk çizgisindeydi.

07:03. Ufuk çizgisi kızarmaya başladı.

Herkes yanındakine sarılıyor, gülüyor, ağlıyordu.

Köyden canlı yayın yapan bir kadın muhabir şöyle geçti anonsunu: ‘-Evet, şu anda burada insana dair bütün duygular sel oldu akıyor adeta’.

07:10. Ufuk çizgisi kıpkırmızıydı.

Devlet tarafından hazırlanmış olan havai fişek gösterisi başladı. O özel şafak vakti için yüzlerce havai fişek hazırlanmıştı. Havai fişek ne kadar karanlıkta olsak da medeniyetin simgesiydi. Sırayla atılan fişekler gökyüzünde görsel bir şölen yaratırken, yapılan açıklamada kullanılan fişeklerin kuşlara hiç bir zarar vermediği söylenmişti. Zaten etraftada hiç kuş yoktu.

Atılan fişeklerden gökyüzü özlenen gündüz gibi aydınlıktı. Köydeki insanlar çılgınlar gibi eğlenirken, evlerinde kalanlar böyle bir şöleni kaçırdıkları için üzgündüler.

07:30. Havai fişek gösterisi bitti.

İnsanlar tekrar ufuk çizgisine döndüler. Güneş, titrek vaziyette gökyüzünde kalmaya çalışıyordu. İnsanlar hep bir ağızdan güneşi gaza getirmek için bağırıyordu.

07:47. Güneş göründü. Ama sadece 1 saatliğine.

Dayanamadı. Olmadı. Titrek ışıkları söndü. Birileri tarafında bacaklarından aşağıya çekildi. Hem de 1 dakika gibi bir sürede.

07.49. Köy halkı ve köye dışarıdan gelenler arasında çatışma başladı. Turistler kendilerinin ticari bir komploya kurban gittiğini söylüyorlardı barikat kurarken, elindeki çapa ile turistlerin üzerine koşan köy muhtarının aklında ise ahırdaki hayvanlarını kurtarmaktan başka bir şey yoktu.

07.51. Yaklaşık 2 saat sonra başlayacak bir işim olduğu için – Greenland’li hocadan aldığımız eğitimler sayesinde artık eski formumuzda çalışabiliyorduk- yatak odamın perdesini kapatıp, biraz uyumaya karar verdim.

6.ayın ilk sabahında ülkede şimdiye kadar yaşanmış en büyük iç çatışmalardan biri olmuştu. Devlet olayların içinde kendi olmadığı için rakamları açıkladı. Binlerce kişi ölmüş, yüzlerce dönümlü ekili arazi ateşe verilmiş, ağırlıklı büyükbaş olmak üzere bir sürü hayvan telef olmuştu.

6.ayın ilk sabahında Diyanet İşleri Başkanı bu sefer tek başına bir açıklama yaptı. Yapılan araştırmalarda varılan sonuçlarda sapmalar olduğunu söyledi. Güneşsiz geçen bu zor günlerde hepimizi birlik ve beraberliğe davet etti, ölenlere rahmet, yakınlarına başsağlığı dileyerek konuşmasını bitirdi.


18 Haziran 2013 Salı

k.da son tango

Sıkıntımı hikâye etmeyeceğim adamım. Ellerim tutmuyor sıkıntımdan. Bunları sana anlatmayacağım. Gözlerinin ve ayaklarının ne kadar çirkin olduğunu anlatacağım sana. Ne kadar kötü koktuğunu söyleyeceğim. Burnumu sızlatan o yoğun erkek kokusundan bahsedeceğim. Bir böcek olsam ağzına girmek istemezdim. Keşke bir böcek olsaydım. Ağzında yok oldum. Dişlerinin arasında dolaştım; öyle pisti ki. Anlattıkça dişlerinden diline dilinden boğazına ilerliyorum. Korkarım ki dilimle dilini koparmak, gırtlağından akan kanlarla seni boğmak istiyorum. ve bunu yapamadığımı fark edince göğsünü hatırlıyorum. göğsün... öyle hızlı inip kalkıyordu ki Allah olsan dokunmazdım. Keşke Allah olsaydın. Hele içini çekip bana baktığında yattığım yerde derin bir çukur oluşuyordu. Ben çukurdayken üstümü örtmeliydin. Çünkü gözlerini gözlerimden çekmiyorsan üstümü örtmelisin. Çukurda ve sebdeb uzak kalırım böylece. Beni iyi dinle. Öğrettiklerimi öğren.

Ve hayır, sana hiçbir şeyi hikâye etmeyeceğim. K'den ne kadar tiksinidiğimi anlatacağım. Evet adamım, ben hikâyelerimi dişleri temiz, ayakları güzel ve hatta çoğunlukla tüysüz insanlara anlatırım. Lanet olası bir adamdan kalma kötü bir alışkanlık bu. Temizlere anlatılacak hikâyeleri o öğretmişti bana. Gece yataklarımızda temiz insanlar görmek için... Çok irkindi, yatağında temiz kadınlar...

K. evet, sana K'den bahsedeceğim. Her sokağında kustuğumu biliyor muydun? Bir seferinde kaşımı patlatmıştım kustuktan sonra ağzımın içini öpen bir adam yüzünden. Kanlı, irinli, kusturan hardcore hikâyeler anlatabilirim elbette. Bunlar temiz insanlar için değildir. Kusmuştum ve adam ağzımdan öpmüştü o halde. K' nin sokakları o pis insanlarla doluydu adamım. K' de sabaha kadar sokak köpekleriyle yatmıştım. K' nin sokakları o pis adamları seven sokak köpekleriyle doluydu adamım.
K'nin bütün sokaklarında pantalonlardan ayakkabılara sızan dışkı izleri vardır. O pis kokudan ölmüşümdür. Her sokağında cesedim vardır.

K'den nefret ediyorum adamım. İki sene evvel oradan kaçmıştım. Oradan kaçıp geldiğim ilk günü hi unutmuyorum. Alkol kokusu... Yoktu. Temizdi. Zeki Demirkubuz okkalı bir tokat atmıştı yüzüme. Siktiğimin temiz şehri allahımı şaşırtıyordu. -Bunları hikâye edeceğim adamım, affet.- Allahım şaşmıştı. Varda ve yokta yalnız kalmıştım lan. K'de hiçkimseye, hiçbir kokuşmuş mahluğa tahammülüm yoktu. O siktiğimin şehrinde de duramıyordum. Beterin beteri varmış adamım. Kadınların asla sarhoş olamayacağı bir şehre gittim. Oradan kaçıp. Allah oraya, S.'ye gittiğim için beni bir daha affetmesin. Sarhoş olamayacağım bir şehirde, K'nin bütün pislikleri üzerimde... Anlatmayacağım.

Geçen hafta seni K.'ye çağırdım. K'nin hiçir sokağında seninle yürümemiştim daha evvel. Kafama tüküreyim. Nasıl da pistin. Pislikten geçilmiyordun ve çok çirkindin. K'de seninle raks ederken...

Şimdi ben ne yapacağım? Gün yüzü görmeyeyim.

KozmosKumpanyası

17 Haziran 2013 Pazartesi

Sonra Shakespeare Dönüp Bana Dedi Ki...

Tek başıma, her şeyi binlerce kilometre uzaklara bırakıp arkama bakmadan kaçtığım o yaz adamın biri Leicester Meydanında başıma bir silah dayadı. Okul, aile, aşk, sistem, hayaller, ideolojiler, vs. gibi saçmalıklarla uğraşmaktan gına gelip deliler gibi yazdığım, ama sadece yazdığım zamanlardı. Londra’nın yakınlarında küçük bir kasabada boktan, yıkık dökük bir pansiyon, geçici bir iş, tek gidiş uçak bileti ve bol boş zaman ayarlamıştım. Sırt çantamı ve cüzdanımı alıp bir gece yarısı yola çıktım.

Ve işte bu kadar kolay oldu her şey. Ve aslında gitmek çok basittir. Buna derin anlamlar, gizemli manalar yüklemeye gerek yok. Sadece uçağa, trene, otobüse binip gidiyorsun işte. O kadar. Duygusal cümleler uydurup kendini ulaşılmaz havalarına sokup cesuru oynamak çok aptalca. Gitmek korkaklıktır çünkü ve ben bunu çok iyi bilecek kadar çok gittim.

Bir süre köpek gezdirmekten,  kahve servis etmekten ve bulaşık yıkamaktan arta kalan zamanlarda sokaklarda aylak aylak dolaştım. Evim sırtımdaydı. Zaten sahip olduğum tek şey sırt çantamdı. Kafama göre, istediğim yerde, yollarda, parklarda, banklarda, çimlerde oturup yazıyordum, içiyordum, kendi kendime konuşuyordum. Hayat çok güzeldi ve her şey tam da istediğim gibiydi. Her şeyin tam da istediğiniz gibi olduğu zamanlar çok boktandır aslında çünkü kaybedeceğiniz çok şey vardır. Ama bu o zamanlar çok da umurumda değildi.

Geceleri Leicester Meydanı’nda takılıyordum. Nedense o küçük, basit meydanı Londra’nın diğer bütün şatafatlı, devasa ve görgüsüz meydanlarından daha çok seviyordum. Ucuz bir şişe şarap alıyor, meydanın yanındaki parkta oturuyor ve yazmaktan sıkılana kadar yazıyordum. Son treni yakalayıp pansiyona dönüyor, ertesi gün öğlene kadar bulaşık yıkayıp, garsonluk yapıp, köpek gezdirip yeterince şarap ve doyacak kadar yemek parası kazandıktan sonra yine meydana geri dönüyordum. Dediğim gibi hayat gerçekten de çok güzeldi ve tek bir şeyi bile sorgulamadan sonsuza dek bu şekilde yaşayabilirdim. İhtiyacım olan tek şey kalem, kağıt, şarap ve zamandı ve hepsi de bende fazlasıyla vardı.

Meydanda bir Shakespeare heykeli vardı. ‘Böyle Shakespeare mi olur lan?’ dedirtecek kadar kötü bir heykeldi. Sağ elini çenesine dayayan Shakespeare diğer eliyle ‘Karanlık yok ama cehalet var’ yazılı mermer bir kağıdı gösteriyordu ve bu anlamsız görüntü bana adamın solak olduğundan başka hiçbir şey ifade etmiyordu. Ancak onun tam altındaki, başında tüylü kırmızı şapkası, altında siyah dar pantolonu, sırtında siyah pelerini ve elinde kırmızı güllerle ki güller midemi bulandırır; özellikle kırmızı olanlar, bütün gün garip bir ortaçağ İngilizcesiyle Shakespeare’den soneler okuyan orta yaşlı adam Shakespeare’e on basardı. Durup dinleyenlere de elindeki güllerden veriyordu ve sırf bu yüzden etrafında birkaç tur atıyor, yürüyerek onu biraz dinledikten sonra az ilerde parkın köşesinde istisnasız her gece esrar çeken hırpani evsizlerin az ilerisindeki ağacın altına oturup boktan öyküler yazıyordum. Evet. Hayat o günlerde gerçekten de çok güzeldi.


Bir gece treni kaçırdım. Her zaman içtiğimden bir şişe fazla şarap içmiştim ve yazmaya çalıştığım berbat öyküden, dolayısıyla da kendimden nefret etmiştim. Böylece, zaten hayatta hiçbir zaman saatim olmadığından zaman kavramımı kolayca yitirdim ve istasyona vardığımda tren çoktan gitmişti. Böyle durumlarda bir katilin soğukkanlılığını taşırım. Bir sonraki trenin saatine baktım. Sabah 6.50. Londra’da, sokakta geçirmem gereken neredeyse 5 saat ve cebimde sadece 30 pound vardı. İstasyondan çıktığım anda aklıma Leicester Meydanında, parkın kenarında takılan evsizler geldi. En iyisi oraya gitmekti. Zaten o meydan benim de evimdi ve bana göre bir yeri eviniz gibi hissetmeniz için çatıya, duvarlara ve uyduruk eşyalara ihtiyacınız yoktur. Dahası, bütün gün onların yanı başında oturduğumdan seslerini, adlarını, hikayelerinin ayrıntılarını biliyordum ve gidip onlarla biraz daha şarap - ve belki de- cigaralık içebilir, sohbet edip eğlenceli bir gece geçirebilirdim.

Altıncı sigaramı söndürdüğüm anda meydana varmıştım ve takım tam tekmil eksiksiz hatta fazlasıyla oradaydı çünkü yanlarında pelerinli Shakespeare de vardı. Bu sefer elinde güller yoktu ve bu gerçekten de içimi rahatlatmıştı. Dört kişi yuvarlak halde benim ağacımın altına oturmuş ellerindeki cigarayı döndürüp sohbet ediyorlardı. Önce az ileride içki satan dükkâna girdim ve sabahki tren biletimin parasını ayırıp iki şişe ucuz şarap ve biraz tütün aldım. Sonra yanlarına yürüdüm, hiçbir şey demeden şarapları ortaya koydum, Shakespeare’in yanına bağdaş kurup oturdum, sigara kağıdımı ve tütünümü çıkarıp sarmaya başladım. Ben sigaramı sarmayı bitirip yakana kadar hiçbiri tek kelime bile etmedi. Ve sonra Shakespeare bana dönüp dedi ki;

'Bir erkeğe yaraşan her şeyi göze alırım; ama daha fazlasını göze almak erkeklik değildir.' Sonra elini uzatıp gözüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına koydu ve başını hafifçe yana eğip hayranlıkla yüzüme bakmaya başladı. O an sanki zaman durmuştu. Çok klişe ve boktan bir tabir belki ama gerçekten de öyleydi. Hiçbiri nefes bile almıyordu ve sanki ben uzaydan, denizaltından ya da ıssız bir adadan gelen acayip bir varlıkmışım gibi tuhaf gözlerle beni inceliyorlardı.

Hepsine tek tek bakıp ‘Macbeth.’ dedim omuzlarımı silkerek. ‘Boş verin. Hayat gelip geçen bir gölgedir. Hadi şarap içelim.’ Sonra o çocuksu, şaşkın hallerine bakıp gülümsedim, ortaya koyduğum şaraplardan birini aldım, çantamdan çıkardığım kurşun kalemle mantarını içeri iterek açtım, bir yudum içtim ve Shakespeare’e uzattım.

İkinci şişe şarap biterken, cigara bilmem kaçıncı kez ortada dönerken ve biz kahkahalarla birbirimizin yaptığı boktan esprilere gülerken çevremizde aniden tuhaf gölgeler belirmeye başladı. Birileri ağaçların arasında dolanıyor, mırıldanıyordu. Ama hiçbiri bunun farkında değildi sanırım çünkü kahkahaları kesilmemişti. Etrafa bakmak için tedirginlikle, birden ayağa kalktığım anda boğazımda bir kol ve şakağımda soğuk bir namlu hissettim. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Nasıl oldu bilmiyorum ama bir buzdağı kadar soğukkanlıydım. Sessizliğin içinde serin bir rüzgar esiyor, yapraklar hışırdıyor, boğazımı sıkan adamın nefesi ucuz bira kokuyordu.  Ama bunların hiçbiri umurumda değildi çünkü benim gördüğüm tek şey Shakespeare’in dehşetle parlayan kocaman, siyah gözleriydi.

O an, birden, delicesine cesaretimi topladım. Şakağımdaki namlu sallanıyordu. Adamın eli titriyordu ve bu benim için yeterliydi. Korkmak yerine öfkelenmiştim. Hem de önüme çıkan herkesi gözümü kırpmadan öldürecek kadar. Dişlerimi sıkıp adamın boğazıma dolanan koluna tırnaklarımı geçirdim, gırtlağından hırıltıyla gelen bir ‘aah’ nidasıyla kolunu gevşettiği anda kurtulup arkamı döndüm ve bacaklarının arasına okkalı bir tekme savurduktan sonra silahı tutan eline var gücümle vurdum. Adam yerde iki büklüm kıvranırken eğilip yerden silahı aldım. Buz gibiydi. Adamın korkudan terlemiş alnına dayayıp yalvarmaları eşliğinde bildiğim en iğrenç küfürleri sıraladıktan sonra silahı sırt çantama attım ve gittim.

Dediğim gibi, gitmeye methiye düzmenin aptallık olduğunu bilecek kadar çok gitmiştim ve bu da onlardan biriydi sadece. Trene bindim ve sırt çantamda bir silahla bir daha dönmemek üzere Londra denen berbat şehri ve Shakespeare’i terk ettim. 

İşte her şey aslında bu kadar basitti. Ve hayat o günlerde gerçekten de güzeldi.